İstanbul Mini-Yazı dizisi (3): Ayşe ÖVÜR
Osmanlı Devleti’nin yedinci padişahı olan II. Mehmet, 30 Mart 1432’de Edirne’de doğdu. Babası II. Murat hayatta olmasına rağmen daha 12 yaşındayken tahta çıktı. Fakat aniden beliren savaş koşulları nedeniyle, tahtı tekrar babasına bırakmak zorunda kaldı. II. Mehmet 18 Şubat 1451 tarihinde henüz 19 yaşındayken devletin başına yeniden geçti. 03 Mayıs 1481 günü ölene dek padişahlığını sürdürmüştür.
Prof. Dr İlber Ortaylı’ya göre II. Mehmet’in 12 ve 19 yaşlarında iki defa tahta çıkması sadece Osmanlı değil, dünya tarihinde de nadiren görülen bir durumdur.
Kuşkusuz II. Mehmet’in adını Türk tarihi için unutulmaz kılan en önemli başarısı Doğu Roma İmparatorluğu’nu çökerterek, o dönemki adı Konstantinopolis olan İstanbul’u fethetmesidir. Şu da bilinmelidir ki, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Konstantiniye adı rahatlıkla, başkentin resmi adı olarak kullanılmıştır. Bu konuda hiç bir kısıtlamada bulunulmamıştır.
Şehzadeliği sırasında sadece Müslüman değil aynı zamanda Hristiyan hocalardan da iyi bir eğitim aldı. Topkapı Sarayında Fatih Sultan Mehmet’in çocukluğuna ait orijinal defterler bulunmuştur. Bu defterler incelendiğinde Osmanlıca dışında Rumca yazabildiği anlaşılmıştır. Ayrıca başarılı sayılabilecek portreler çizdiği, resim yaptığı görülmüştür.
II.Mehmet oldukça hırslı bir kişiliğe sahipti. Gözü kara ve büyük idealleri olan bir liderdi. Ünlü Fatih kararnamesi ile devletin bekası için kardeş öldürmeyi dahi yasallaştırdığı bilinmektedir. Özellikle kardeş katlini resmileştirmesi günümüzde kabul edilmesi mümkün olmayan bir durumdur. Bu konuyu eleştirirken unutulmamalıdır ki 15. yüzyılda ne yazık ki devlet erkini ele geçirmenin ve hakimiyetini korumanın bir koşulu da olası rakiplerin yok edilmesiydi. Osmanlı tahtında Fatih’ten önce I. Murat Hüdavendigar (1324- 1360) hem kendi oğlu Savcı Bey’i hem de iki erkek kardeşini öldürmüştür. Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey’in de amcası Dündar Bey’i öldürttüğü bilinmektedir.
Tarihi kaynaklara göre, II. Mehmet’in yaşadığı 15. yüzyılda tüm Avrupa’da “polis (Yunanca şehir)” denince akla gelen ilk yerleşim yeri İstanbul’du. II. Mehmet çok genç yaşta olmasına rağmen İstanbul ele geçirilmeden Osmanlı Devleti’nin varlığını sağlamlaştırmanın mümkün olmadığı biliyordu. Bu nedenle 19 yaşında tahta çıkar çıkmaz İstanbul’u ele geçirmek için çalışmalara başladı.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya göre II. Mehmet döneminde henüz Osmanlı donanması kuvvetli değildi. Bu nedenle Karadeniz’den İstanbul’a gelecek yardım gemilerini durdurmak için Boğaz’ı koruyacak bir kaleye mutlaka ihtiyaç vardı. İlk iş olarak Boğaz’ın en dar yerine Boğazkesen, diğer adıyla Rumeli Hisarı’nı inşa ettirdi. Hisar’ın inşaatı dört ay gibi oldukça kısa bir sürede tamamlandı. Boğazkesen / Rumeli Hisarı sayesinde sadece Karadeniz’den gelecek yabancı gemiler engellenmeyecek aynı zamanda iki kıta arasında asker geçişi de kolaylıkla sağlanabilecekti.
Bir diğer saldırı hazırlığı olarak Edirne’de Macar ustaların da yardımıyla surları delebilecek güçte toplar döküldü. İlber Ortaylı, Havan topunun ilk defa bu savaşta kullanıldığından söz eder. Kuvvetli topların yanı sıra o dönemin en gelişmiş ateşli silahları da kuşatma da kullanılmıştır.
- Mehmet, savaş hazırlıklarını tamamlayınca 23 Mart 1453 günü İstanbul’a doğru ordusunun başında hareket etti. 05 Nisan günü İstanbul surlarının önüne geldi. Ertesi gün, teslim olmayı kabul etmeyen şehri kuşattı. Gerçekte İstanbul, Doğu Roma İmparatorluğu döneminde yirmi defadan fazla kuşatma yaşamıştı. Haçlı seferleri, Latin ve Viking istilaları nedeniyle kısa sürelerle de olsa egemenliğini yitirdiği dönemler olmuştu. Yine de hiç bir zaman kalıcı bir şekilde ele geçirilememişti.
İstanbul, kuşatmanın elli dördüncü gününde 29 Mayıs 1453 Salı günü fethedildi. Henüz 22 yaşındaki padişah II. Mehmet o günden sonra “fatih” olarak anılmaya başladığından adı tarih kitaplarına Fatih Sultan Mehmet olarak geçti.
Fatih Sultan Mehmet İstanbul’a girince oldukça harap hale gelmiş binalarla karşılaştı. Bunda hem uzun süren kuşatmanın, hem de daha önceki Haçlı ve Latin istilalarının rolü vardı. Yeni başkent acilen bir imar seferberliğine ihtiyaç duyuyordu.
İmar faaliyetleriyle birlikte şehrin nüfusunu arttırmak için Karaman, Konya civarındaki Türkler’in ve Anadolu’daki Ermeniler’in İstanbul’a göç etmeleri teşvik edildi. Fatih Sultan Mehmet 1461 yılında Bursa metropoliti Hovagim’i İstanbul’da yaşayacak ilk Ermeni Patriği olarak seçmiştir. Patrik Hovagim’in Fatih’in arkadaşı olduğu bilinmektedir.
Osmanlı Devleti, İstanbul’un fethinden sonra imparatorluk kültürüyle tanışmış ve uyum sağlamıştır. Böylece sadece önemli bir şehir ele geçirilmemiş aynı zamanda, Osmanlı Devleti tarihinde sanat, kültür, müzik, yaşam tarzı ve protokolünü derinden etkileyen yeni bir dönem başlamıştır.
İstanbul’un fethi şehrin mimari düzeninde de pek çok yeniliği beraberinde getirdi. Hristiyanlığın önemli mabedleri yavaş yavaş Müslüman kimliği kazanmaya başladı. Başta Aya Sofya olmak üzere pek çok kilise camiye dönüştürüldü. Yeni mimari eserler hızla inşa edildi.
Fetihten sonra Fatih Sultan Mehmet’in emriyle inşa edilen mimari eserler arasında en önemlileri olarak: Topkapı Sarayı, Kapalıçarşı, Fatih Camii ve külliyesi sayılabilir. Bu üç temel mimari eserin dışında daha pek çok hamam, çeşme, cami yaptırıldığı da bilinmektedir.
Bu yazımızda Fatih Sultan Mehmet’in temeli attığı üç büyük yapıyı inceleyeceğiz.
Topkapı Sarayı
İstanbul’un ilk yerleşim yeri olarak bahsettiğimiz, Sarayburnu’nun arkasındaki tepede yer almaktadır. Konum itibari ile Sultanahmet, Haliç ve Boğaz’ı görebilmektedir. İstanbul’u saran su yollarındaki gemi akışını kolayca takip edebilecek son derece stratejik bir konumdadır. Doğu Roma İmparatorluğu’na ait bir akropolün üzerinde yer alır. Yapılan arkeolojik sondaj çalışmalarında Roma öncesine tarihlenen kalıntılar da ele geçmiştir.
Temelleri Fatih Sultan Mehmet tarafından 1460 yılında atılan saray 1478 yılında oturmaya hazır hale geldi. Kara tarafından Fatih zamanında yapılan Sur-u Sultanı, deniz tarafından ise Doğu Roma İmparatorluğu zamanında yapılan sur duvarlarıyla korunuyordu.
Yaklaşık dört yüz yıl boyunca imparatorluğun idare merkezi olarak kullanıldı. Padişahların 1853 yılından sonra Dolmabahçe ve Yıldız gibi diğer saraylarda yaşamaya başlaması ile önemini kaybetti. Topkapı Sarayı’ndan ayrılan ilk padişah Abdülmecid’tir. Bu olaydan sonra bakımsızlık nedeniyle eskimeye başladı. Cumhuriyetten sonra müze olarak ilan edilince onarımlar ve restorasyonların ardından halka açık bir alan haline geldi.
Mimari olarak klasik Türk sarayı tarzındadır. Birbirinin içinden geçen dört ayrı avlusu, geniş bahçeleri ve köşk şeklindeki binaları vardır. Osmanlı Devleti döneminde Topkapı Sarayı, halka tamamen kapalı değildi. Dış avlu ya da birinci avlu kamuya açıktı. Burada fırın, odun ambarı, darphane gibi yapılar vardı. Ayrıca halk şikayetleri hakkında başvuru yapmak için bu kısma kadar girebiliyordu. Devletin ve sarayın yönetildiği halka kapalı bölümler ikinci avludan başlıyordu.
Tarih boyunca sarayın en merak edilen bölümü Harem dairesi olmuştur. Kelime anlamıyla Arapça’da “herkesin girmesine izin verilmeyen yer” demektir. Burası da Topkapı Sarayı’nın diğer bölümleri gibi zamanla yapılan eklemelerle büyütülmüştür. Son halinde 300 oda, 9 hamam, cami, hastane, çamaşırlık gibi bölümleri vardı.
Harem’de padişahın annesi, kız kardeşleri, çocukları, eşleri yanı sıra, devletin yüksek rütbeli yöneticileriyle evlenmeleri için yetiştirilmek üzere getirilen kızlar kalırdı. Bu kızlara sanat ve kültür ağırlıklı eğitim verildikten sonra devlet yöneticileriyle evlendirilirlerdi.
Topkapı sarayı dört yüzyıl boyunca sürekli geliştirilmiş, ihtiyaca göre yeni yapılar eklenmiştir. Saray bu eklemelerle yaklaşık 300.000 kilometre karelik bir alana ulaşmıştır.
Osmanlı dönemine ait paha biçilemez hazinelere sahip Topkapı Sarayı 3 Nisan 1924 de müzeye çevrilmiştir.
Kapalıçarşı:
Fatih Sultan Mehmet 1461 yılında Kapalıçarşı’nın inşaatını başlatmıştır. Bu alanda Osmanlı dönemi öncesine tarihlenen yapı kalıntıları olduğu biliniyor. Fatih Sultan Mehmet döneminde inşa edilen ilk bedesten Cevahir adıyla anılıyordu. Bu bedestenin gelirinin Aya Sofya’ya aktarıldığı bilinmektedir. Diğer büyük bedesten ise Sandal Bedeste’niydi. Her iki bedestenin çevresinde yan yana sıralanan dükkanlar vardı. Kapalıçarşı’nın üzeri kubbelerle kapatılmıştı. Ayrıca yapı bütününe dahil olan hanları ile Osmanlı devletinin ekonomi-finans merkeziydi.
Bedesten isminin aslı beziztan’ dır. Farsça’da kumaş, bez satılan yer anlamına gelir. Bu çarşılar zamanla pek çok farklı türde ürünün ticareti yapılan yerler olmuştur. Çarşu-yı Kebir adı verilen Kapalıçarşı, Fatih döneminden sonra da tüm canlılığıyla yaşamaya devam etmiştir.
Giriş ve çıkışları daima dikkatlice korunurdu. Her sabah, kuşluk vakti dualarla açılırdı. Muhafızlık dolabı adı verilen alanda esnaf toplanır, hem devletin dirliği hem de ticaretin bereketi için dua ederdi. Akşamları dört kapısı olan Kapalıçarşı’nın üç kapısı sıkıca kilitlenirdi. En son İnciciler Kapısı toptan malzemenin giriş çıkışı tamamlanıncaya kadar yarı açık tutulup esnaf çarşıyı tamamen terk edince kilitlenirdi. Bekçiler sabaha kadar eli sopalı olarak güvenliği sağlardı. En önemli gün pahalı malzemelerin mezat günü olan Perşembeydi. Ayrıca halkın değerli mallarını, altınını ücret karşılığı saklayabileceği emniyet sandıkları vardı.
Esnaf loncası tarafından yönetilen Kapalıçarşı; altıncı, incici, bezci, kuyumcu, püskülcü, sahaf, yorgancı, takkeci gibi ticari bölümlere ayrılmıştı. Altmış civarında sokağı vardı. Sokaklara o kısımda ticareti yapılan ürünlerin adı verilirdi. Örneğin; iplikçiler sokağı, kalpakçılar sokağı, aynacılar sokağı gibi.
Zaman içinde deprem ve yangınlarla önemli ölçüde yıpranan Kapalıçarşı, 1894 yılında büyük bir onarımdan geçmiştir. Çağımızda Orhan Veli’nin şiirlerine ilham kaynağı olduğu gibi, Fuat Sevimay gibi çağdaş yazarların romanlarına da konu olmuştur.
Giyilmemiş çamaşırlar nasıl kokar bilirsin,
Sandık odalarında;
Senin de dükkanın öyle kokar işte.
Ablamı tanımazsın,
Hürriyette gelin olacaktı, yaşasaydı;
Bu teller onun telleri,
Bu duvak onun duvağı işte.
Ya bu çamurdaki kadınlar?
Bu mavi mavi,
Bu yeşil yeşil fistanlı…
Geceleri de ayakta mı dururlar böyle?
Ya bu pembezar gömlek?
Onun da bir hikayesi yok mu?
Kapalı Çarşı deyip geçme;
Kapalı Çarşı,
Kapalı kutu
Fatih Camisi ve Külliyesi:
Fatih Sultan Mehmet tarafından inşa ettirilen cami ve külliyesi Fatih semtine de adını verir. İstanbul’un fethinden on yıl sonra yapımına başlamıştır. 1470 yılında kullanıma açılmıştır. Mimarlarının Atik Sinan ve Mimar Ayaş olduğu bilinmektedir. Ana kapının iki tarafında ve üstünde yer alan kitabede, inşâ tarihi yer alır. Osmanlı devletinin kurucusu kabul edilen Osman Bey’den itibaren padişah isimleri de kitabede yazılmıştır.
Fatih Camii sadece bir ibadethane olarak düşünülmemiştir. Medrese, dârüşşifa, tabhâne, imaret, kervansaray, hamam, sıbyan mektebi, kütüphane, muvakkithane ve türbeleriyle birlikte İstanbul’a hayat veren bir yapı kompleksiydi. Geniş bir avlusu vardır.
Fatih Camisi’nin bulunduğu arazi sıradan bir yer değildi. İstanbul’un fethinden önce burada İmparator I. Konstantinus’un inşa ettirdiği “Havariyyun – On İki Havari Kilisesi” vardı. Bu kilise aynı zamanda Doğu Roma İmparatorlarının gömü yeriydi. Fatih, kiliseyi yıktırarak yerine kendi adına cami inşa ettirmiştir. Camide kilise yıkıntılarının kullanılmış olabileceği düşünülür.
1765 yılında İstanbul’da büyük yıkımlara yol açan depremde kubbesi çökmüştür. Bunun üzerine Mimar Tahir Ağa 1767-1771 yılları arasında camiyi büyük ölçüde yeniden yapmıştır. Bugün ziyaret edilen cami binası, Fatih Sultan Mehmet döneminde yapılan değil, Sultan III. Mustafa döneminde yenilenendir.
Bahçenin güneyindeki avluda yer alan türbeler Fatih Sultan Mehmet ve eşi Gülbahar Sultan’a aittir.
Fatih Sultan Mehmet, öldüğünde 49 yaşındaydı. Günümüz koşullarında oldukça kısa sayılabilecek bir ömrü olmasına rağmen Türk ve dünya tarihinde silinmez bir iz bırakmıştır.
Fatih Sultan Mehmet’in döneminde inşa edilen yapıların büyük çoğunluğu Topkapı Sarayı, Kapalıçarşı, Fatih Cami, Rumeli Hisarı vb. tarih boyunca pek defa onarımdan geçmekle birlikte hala ayaktadırlar ve neredeyse altı yüz yıldır İstanbul halkına hizmet etmektedirler.
Osmanlı Devleti 15. yüzyılın kısıtlı koşullarında hem estetik hem de statik bakımdan büyük eserler çıkarabilmişti. Güçlü surları, geniş avlulara sahip evleri, bakımlı bahçeleri olan camileri, neredeyse her semte adını veren ulu ağaçların olduğu sokakları ile doğa ve çevre şartlarıyla uyumlu bir başkent yaratabilmişlerdi.
Dün-Bugün-Yarın | Genel Bir Bakış:
Günümüzü ele alırsak yaşadığımız şehirler, inşa ettiğimiz binalar üst üste yığılmış cam ve beton kafesler değil mi?
Bugün uygarlığı topraktan ve doğadan uzaklaşıp, estetik ayrıntısı olmayan ileri teknoloji ile donatılmış yüksek binalarda arıyoruz. Hiç bir özgün yanı, kültürel karakteri, çizgisi ve de devamlılığı taşımayan kişiliksiz, estetikten yoksun bu birbirine benzeyen binaların, günümüzden birkaç yüzyıl sonra birer kültürel miras olarak kalacaklarını beklemek pek olası değil.
Muhtemelen günümüzde inşa edilen binaların çoğu eskimiş teknolojileri nedeni ile bundan birkaç on yıl sonra yıkılacaklar. Kentsel dönüşüm nedeniyle 1970’li, 1980‘li hatta 1990’lı yıllarda yapılan müze binaları ve Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi gibi kamu binalarının yakın zamanda yıkıldığına şahidiz. Ama Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığı saraylar, camiler, çarşılar birer medeniyet eseri olarak yüzyıllar boyu yaşamaya devam edecek.
Osmanlı’dan bugüne uzanmış ve gelecek kuşaklara uzananacak dünya çapında çok değerli mimari ve kültürel mirasımızla gurur duyuyoruz. Bununla birlikte, gönül ister ki günümüzde hükümetler/iktidarlar da; bugünün/çağımızın izlerini ve kültürel mirasını gelecek kuşaklara bırakacak eserlerin yapımını; yollar ve adliye sarayları kadar ve hatta daha çok önemseyerek “kültürel kalkınma ve miras” programlarına alsın ve teşvik etsinler!
Kaynaklar:
• Yusuf Halaçoğlu, Anadolu Uygarlıkları, Cilt 4, Sayfa 709
• İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Cilt I
• İlber Ortaylı , Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek
Fotoğraflar: Bircan Ünver, Turkish Library & Museum
– 29 Nisan 2018 tarihinde Bircan Ünver tarafından yayınlanmıştır. Turkish Library & Museum <https://turkishlibrary.us >; New York merkezli STK/NGO statüsünde ve Birleşmiş Milletler’e üye “The Light Millennium” (2001) Organizasyonu bünyesindedir.