Bircan Ünver ile yeni kitabı, “BİN YIL DAHA… Işık Binyılı Yolculuğunda İlk 20 Yıl” üzerine
Kitap – Söyleşi: Elvan ARPACIK – 1. Bölüm
Yayınevi: IşıkBinyılı.Org (Ekim 2020) | Sayfa: 224 sayfa
Genel Kategori: Kültür – Yaşam – Gelecek
#BinYılDaha #BircanÜnver #IşıkBinyılı #isikbinyili #ElvanArpacık
Uzun yıllara dayanan tanışıklığımda Bircan Ünver’in kültür ve sanatla var olduğuna, nefes alıp verdiğine tanık oldum.
İlk çıkardığı “En Kutsalı Yaratmak” (1995, Say Yayınları), ikinci, “Sanatın Labirentlerinde…” (2016, Kişisel Yayın” ve “Işık Yollarında…” (2017, Şiir, Kişisel Yayın) kitaplarından sonra, “Bin Yıl Daha…” adlı dördüncü ve son kitabı ise Ekim 2020’de IşıkBinyılı.Org (yayınevi statüsüyle) tarafından yayınlandı.
Son kitabında, yirmi yıldır üzerinde çalıştığı, araştırdığı uzak gelecek üzerine, zaman zaman bugüne dönerek ayrıntılandırdığı düşünceleri ve Işık Binyılı’nın geçmişten (1999’den) bugüne ‘kişisel bir manifestodan kurumsallaşmaya” uzanan yolcuğu yer alıyor.
Bin Yıl Daha adlı kitabıyla ilgili olarak kendisiyle bir söyleşi gerçekleştirdik. Ama tüm bunlardan önce Işık Binyılı’nın amacının ve hedefinin bir özetini kendisinden almamız gerekiyor.
Elvan Arpacık: Seni, insanın uzak gelecekteki zihin yapısı, bilinç düzeyi üzerine düşünmeye iten nedir?
Bircan Ünver: Temelde günlük yaşamın hem kişisel, hem aile içi, hem ülke hem de dünya bazında tüm güçlük ve sorunlarını aşmanın bireylerin çok da elinde olmadığı ve olamayacağının bir farkına varış manifestosuydu, 1999’da yazmış, Internet üzerinden e-posta ile paylaşmış ve Ocak 2000’de de www.lightmillennium.org sitesinde yayınlamış olduğum aynı adlı, “Bin Yıl Daha” adlı 40. Doğum günü manifestom… Belki erken yaşlardan itibaren hep bir mevcut koşulları değiştirme çaba ve arayışlarının da bir sonucuydu. Nihayetinde, görüntüde bazı şeyleri bireysel yaşam boyutunda değiştirebilsek bile, bunun özünde çok şeyi değiştirmediğini de uzun yıllar içinde gerek bireysel gerekse genel gözlemlerimin sonucu kavramış olmamdır. Bir o kadar da gerek bilinç gerekse bilinçaltı düzeyinde kritik algı ve yoğunlaşma noktası ve sonucu olarak, içinde bulunduğumuz – yaşadığımız dünyanın, yaşamımızın bize ait olmadığını ise belki ilk kitabımla birlikte (1995’ten itibaren) düşünmeye başladım…
E. Arpacık: “İçinde yaşadığımız dünya – yaşam bize ait değil,” derken tam olarak ne demek istiyorsun? Açıklar mısın?
B. Ünver: Tabii ki. Şahsen biz, sadece şu dönem-bu dönem ve şu ülke bu ülke olarak değil, genel olarak insanlık tarihi ve 20 yüzyıldan itibaren gelişen savaş teknolojileri-silahlar kadar, onun günlük yaşama uzanan-dönüşen teknolojik gelişmeleri, eğitim, bilim, uzay bilimi, ekonomi, yayın-basım medya araçları, kültür, sanat, sosyal bilimler ve psikoloji benzeri, hepsini tek tek ve bir arada gözden geçirdiğimiz zaman; bunların ne karar verici ne de uygulayıcı mekanizmalarında yer alıyoruz. Bir hükümet, bir başkan, bir başbakan, bir hükümet yetkilisi, bir karar verici, ülkeler-toplumlar ve topluluklar adına karar veriyor, kanun çıkartıyor… Bize de bunlara uymak ve boyun eğmek düşüyor… Bir de bunların ülkenin kuruluşundan önce ve sonrasında, ülkeler arası andlaşmaları var.
Ülke(leri) yöneten siyasi-politik güçler ve onların iş-sermaye işbirlikçileri, sosyal ve din dünyasından destekçileri de başta olmak üzere, içinde bulunduğumuz zaman; bize ait, bizim için tasarlanmış bir zaman değildir. Biz sadece onların sahnesinde ki oyuncular veya figüranlar gibiyiz ya da en baştan gözden çıkartılmış olan insan toplulukları kategorisinde…
“Marjinal” ya da “başkaldıran”, veya “isyankar” veya “anarşist”…
Başka bir deyişle, biz, insanlık olarak, başkalarının bizler için tasarlamış olduğu düşlerin adeta ya uygulayıcısı, askeri-bekçisi, ve/veya sürdürülmesi ve de değiştirilmemesi için çalışan (buna genellikle en başta sermaye grupları ile din grupları dahildir), veya kuklaları (boyun eğdirtilen, cahil bırakılan/bırakılmış olan “mass” insan topluluğu yığınları) veya ikisinin arasında bir yerlerde, yine bu bize ait olmayan düşlere hizmet etmek üzere çalışan – var olan – yaşamlarını belli düzeyde bu kanalla güvenceye almış geniş yığınlar; hani “ya çemberin içindesin, ya da dışında…” şarkısında olduğu gibi; bu üç ana grubun dışında kalan herkes, her grup, her topluluk da, “marjinal” ya da “başkaldıran”, veya “isyankar” veya “anarşist” benzeri gerek aile-çevre-toplum, gerek iş dünyası ve gerekse politik düzeyde damgalanarak, iyicene toplumsal çemberin dışına itilerek, cezalandırılır.
E. Arpacık: Bu çizdiğin tabloya göre, eşzamanlı olarak, “hem çemberin içinde olmak hem de dışında kalmak”, mümkün müdür?
B. Ünver: “Bin Yıl Daha…” nın özünde bu vardır. İkisinin de eşzamanlı olarak sürdürülebileceğinin bir daveti de bu özündedir. Çünkü, en başta kendinden başlamak üzere yaşamı, çevreyi, dünyayı, insanları ve var olan herşey ile ilişkilerini sürekli sorgulamaya ve bu sorgulamalardan, yeni yaklaşımlar-çıkarımlar elde etmeyi önerir. Ve bunun da, ortak bilincin gelişmesine katkı amaçlı, yayınlanmasını, insanlık bilinç arşivine dahil edilmesini önerir ve hedefler. Evet, ikisi de eşzamanlı olarak hem “çemberin içinde kalarak” günlük yaşamı sürdürebilme-geçim, aile (anne-baba, eş-çocuklar), eğitim, meslek, sosyal çevre benzeri, hem de “çemberin dışına çıkarak“, ideallerden vazgeçmeden kendi iç potansiyelini ortaya çıkartmak ve varoluşunu olumlamayı, birbiriyle saç örgüsü gibi veya bir kumaş dokusu gibi, her bir yaşamın kendi kumaşına ilmik ilmik dokunabilir, işlenebilir…
E. Arpacık: “Başkalarının kötü düş ve senaryoları içinde yaşamakta olduğumuzu söylüyorsun!”
B. Ünver: Evet. Buna bir tepkinin adı da, “Işık Binyılı“dır… Çünkü, sadece içinde yaşadığımız dönemin değil, onyıllar-yüzyıllardan beri gerek genetik, gerek kültürel gerek dini birikimlerle kuşaktan kuşağa ve özellikle de her devir ve dönem güçü elinde tutanlar tarafından kuşaktan kuşağa aktarılmış olan, başkalarının-hatta başka çağlara ait olan kötü düşlerine hizmet amaçlı veya bir uygulayıcısı olarak çalışmak, günlük yaşamı sürdürebilme-geçim adına kaçınılmaz da olabilir…
Aynı zamanda, o kötü düşlerin adı ve tanımı ne olur ise olsun, devamını sağlamaya dönük bir meslek-yaşama biçimini red edişin getirdiği nokta veya sonuç olabilir… Bunu çoğunluk, haklı olarak göze alamayabilir de…
Sadece bireysel düşler-hedefler değil, “büyük insanlık” için de değiştirmek…
Bunun da temel çıkış noktası 1999 yılından bugüne değişmedi. Hatta içinden geçmekte olduğumuz dönemde, o dönemden çok daha net ve hatta acil bir ihtiyaç olarak da karşımızda duruyor… Belki de insanlık; derhal düşünsel bir eylem seferberliğine başlamalı-başlatılmalı, yarınlarımıza sahip çıkabilmek ve insanlığın devamlılığını sadece yeryüzünde değil, evrende sürdürebilmesinin düşünsel temellerini atabilmek ve küresel boyutta ortak bir bilince dönüştürebilmek için…
Özetle, insanın bireysel gücü kadar yaşamının da çok kısa ve sınırlı oluşunu bir farkediş ile başlayan, ve hep bireysel boyutta “değişim”, “değişim” demenin ve hatta bireysel yaşamı da şeklen değiştirmiş olmanın, çok birşey de ifade etmediğini ve ancak içinde yaşadığımız her an’dan ve bugünden başlayarak, bugünü değilse bile yarınları, yakın ve uzak geleceği, Nazım Hikmet’in çok güzel ifade etmiş olduğu gibi, —sadece bireysel düşler-hedefler değil–, eğer “büyük insanlık” için de değiştirmek ve insanlığın ortak bilincini geliştirmek ve daha iyi yarınlar olmasını istiyorsak, o zaman ‘şimdi‘den – bu ‘an‘dan ve ertelemeden / ertelenmeden; bir çiftçinin tarlaya buğday tohumlarını serpmesi gibi, zeytin ağacı, çınar ağacı, çam ağacı dikmek, bir bitki veya ağaç fidesi gibi, yarınlar için bu düşünce tohumlarını yeryüzüne – gökyüzüne ekmek…
Bu anlayışı yaygınlaştırmak ve kökleştirmek için ortak bir zeminde çalışmaya duyulmuş olan-duyulan acil bir ihtiyacıdır da, kötü ve karanlık düşler, planlar ve senaryoları alt edecek-zaman içinde yerini alabilecek, “insanın uzak gelecekteki zihin yapısı, bilinç düzeyi üzerine düşünmeye iten” temel nedenler ve çıkış noktaları…
E. Arpacık: Bizler ölümlü sıradan insanlar olarak en fazla torunlarımızın geleceği, 100 yıl sonrasını düşünüyoruz. Oysa sen bin yıllardan söz ediyorsun. Biz en fazla gezegenimizi korumaya çalışıyoruz, iklim felaketlerinin önüne geçmeye çalışıyoruz, sen kitabında bin yıl, 2000 yıl sonrası için fikir yürütüyorsun bu biraz mistizim olmuyor mu?
B. Ünver: Bu yaşam, evren ve insanlığa genel bakış bir bakış ile yaşam-dünya ve evreni bütüncül bir anlayış ile algılamak ve düşünsel boyutta evrene açık olmak – antenleri açık tutmak ile de doğrudan ilgili…
Tam da yukarıda ifade etmeye çalıştığım gibi, evet, “gezegenimiz tehlikede”, evet, “insanlığın devamı” tehdit altında sadece ilkim değişikliği değil, nükleer silahlar, siber ataklar, göktaşı tehdidi, robotların (yapay zekanın) dünyayı ele geçirebileceği de ciddi bir tehdit olarak önümüzde durmaktadır…
Çünkü, ülkelerin sınırları siber ataklarla değiştirilebilinir, insanların bir anda mülkleri ve bankalardaki paraları-maddi varlıkları, siber ataklarla kolayca el değiştirebilir! Buna karşı bir korunma-savunma mekanizması olarak da hiç birşey yapmaya ve bunu düzeltmeye de, mağdur bırakılmış insanlar ve ülkeler olarak gücümüz de yetmeyebilir…
Çünkü biz maalesef o geçmiş yüzyıllara – binyıllara dayalı kötü düş, plan, hedef ve uygulamaların-pratiğin, sadece korona salgınını (Covid-19) değil (kaldı ki onun da insanlığın çoğunluğunu hedefleyen bu kötü düşlerin bir ürünü ve hedefe ulaşmak için de bir aracı olduğuna ilişkin sayısız tartışma ve veriler web ortamında dolaşıyor); insanlık için öngörülmüş-planlanmış kötü düş ve senaryoların uygulandığı-hayata geçirildiği bir çağ da yaşıyoruz…
Eğer bugünden yarınlar için, mevcut kötü düşler, planlar, stratejiler, uygulamalar ve buna zihin kontrolleri ve gelecek kuşakların yarı biyolojik insanlar haline dönüştürülmesi planları da dahil, sağlıklı tohumları bugünden ekmez isek, yarınlar olamayabilir…
İnsan yaşamını baz alınca, 100 yıl uzunca bir yaşam. O da tabii halen 100 yaşında bilinç berrak ve beden de sağlıklı ise… Ve bu 100 yılın içinde, ideal olarak bilinci berrak-parlak ve sağlıklı bir insanın dahi, tüm yaşam sürecine kıyasla, gerçekten bir insanın kendi varoluşuna, insanlığa, bugüne ve yarına bir katkıya, aslında toplamda çok az oranda yıllarını; kendi varoluş ve insanlığa bir kum tanesi boyutunda dahi olsa, bir katkıya kanalize edebilme şansına sahip…
“İnsanlık kendi içinde bir devamlılık taşır.”
Yine de bu çok önemli ve değerlidir çünkü, biz her ne kadar bir insanın yaşamı, yaptıkları – yapacaklarını, kendi yaşamıyla sınırlı olduğunu varsaysak dahi, insanlık kendi içinde bir devamlılık taşır.
Hiç kimse tek başına birşeyi başlatamaz veya başarıya ulaştıramaz veya biri/birileri ulaştırsa bile devamlılığını sağlayamaz… Tüm kötü şeyler – öngörü ve planlar ve uygulamalar gibi iyi şeyler – öngörü ve planlar ve uygulamaların da kendi içinde bir devamlılığı vardır.
Bu da çoğunlukla bir insanın yaşamı ve ömrüyle de sınırlı değildir. Kurumsallık da bu açıdan çok önemlidir. Bir insan ömrünü aşan ve iyi fikirlerin de geliştirilerek, kökleştirilerek kuşaktan kuşağa geçmesini sağlayarak, yaşadığımız yeryüzü sahnesinde insanlığın en az yüzde-doksanı ve hatta yüzde-doksandokuzu için çok adaletsiz olan içinden geçmekte olduğumuz dünyada ki “devasa bir dengesiz denge”nin de tersine çevrilmesi hedeflidir. Fikirsel tohumları bu an’dan ve bugünden başlayarak, kuşaktan kuşağa ekerek, besleyerek, büyüterek, gelecek kuşaklara daha iyi bir dünya bırakmak öngörüsüyle…
Savaşların, iç çatışmaların, açlıkların, sefaletin, sadece birey kategorisinde değil, toplumlar ve ülkeler olarak sürekli bir kurban edilme – mağdur edilme ve bunu değiştirmeye de güçlerinin yetmediği birbirine zincirlenmiş onyıllardan – yüzyıllardan geçiyoruz… Örneğin, bugün bir Suriyeli, bir Suudi Arabistanlı, bir Iraklı, bir Kamboçyalı’nın ülkesinin ve toplumunun kaderini değiştirmesi ne kadar elindedir?
“13.8 Milyar Yıllık bir Yolculuğun gelmiş olduğu son noktadayız…”
Genel olarak, kendimi insanlık tarihinin ve tüm insanlığın oluşum halkasında ki bir zincirin-devamlılığın bir parçası olarak görüyor ve algılıyorum. Örneğin dünyaya gözümü açmış-doğmuş olduğum yıl itibariyle, 61 yaşındayım. Ancak yeryüzü yaşım olarak, 13.8 milyar yaşındayım. Bu aslında tüm insanlık için de aynen geçerlidir. Bugün yeni doğmuş bir bebek ile 100 yaşındaki bir kişi de, örneğin Muazzez İlmiye Çığ da 106 yaşıyla, insanlık olarak toplamda bu halen 13.8 milyar yıl yaşın içindedir, içindeyiz…
Bu sonuca, 2006 yılında küçük oğlum John Ünver ile (o zaman 10 yaşında idi), New York’ta “National History” Müzesi’nin, o dönemde yeni açılmış olan Rose Planetarium’a birlikte gitmiştik. Müzede en üst kattan, “Büyük Patlama” (Big Bang) gösterisinin bitiş noktasından başlayarak, insanlık tarihinin bir kronolojisini adeta yol haritası gibi “Büyük Patlama”ya ilişkin üç boyutlu bir gösteriyi izledikten sonra, çıkışında en üst kattan giriş katına kavisli bir iniş yoluyla (merdiven veya asansör değil) çok çarpıcı ve düşündürücü, sizi insanlık tarihinde çok özet-adeta bir zaman kapsülü gibi kronolojik bir yolculuktan geçmenizi sağlıyor.
İşte o günün de etkisiyle, “Onüç Milyar Yıllık Yolculuk” adlı bir şiirsel günce yazdım-yayınlandı (Thirteen Billion Years Journey). Bu şiirin özünde ise yeryüzü nüfusunun yüzde biri güç merkezi kesimler ile “insanlığın insanlığa ihanetine bir son verilmesi”yle insanlık ailesinin yüzde-doksandokuzunun da; insanlığın gerçek öz ve güneşi olarak, yer değiştirmesine ilişkin bir düş ve dilek… (Sonraki yıllarda, NASA, yeryüzü tarihinin 13 milyar yıl değil, 13.8 milyar yıl olduğuna ilişkin bir açıklama yayınladı.)
Ve 2006 yılından beridir de, içinde bulunduğum biyolojik yaştan çok, evrensel yaş ve insanlığın devamının ve gelmiş olduğu son noktasında yeryüzü sahnesinde bulunuyor oluşumuz, sanırım bilimsel bir gerçektir, dersem, çok da yanlış olmaz. Bu çıkarımla, şahsen 13 milyar veya 13.8 milyar yaşında olduğumu düşünüyor ve hissediyorum. Tabii böyle düşününce, 1000 veya 2000 yıl sonrasını düşlemek – öngörmeye çalışmak ve 1000 – 2000 yıl sonrası için, insanlık adına sağlıklı ve güzel fikir tohumları ekmeye çalışmak ve bu amaçta kurumsallaşmak; kendisi de halen çok çekirdek olan IşıkBinyılı.Org Derneği, gerek 1000 yıl perspektifinden gerekse 13.8 milyar yıllık yeryüzü tarihi yaşımızdan baktığımız zaman, 20 yıllık bir zaman dilimi de çok minüskül ve halen çekirdek bir tohumdur da…
E. Arpacık: Sorunun “mistisizm” boyutuna gelirsek…
B. Ünver: Gerek Işık Binyılı’nın fikirsel doğuş metni olan “Bin Yıl Daha…” metni gerek yazarı ve gerekse derneğin kurucusu olarak, “mistisizm” ile bir ilişkisi yoktur. Bunu net olarak olarak söylüyorum. Çünkü akıl, bilimsel yaklaşım, evrensel değerler-kavramlar ile fizik ve doğa kanunlarına dayanan bir çıkış noktası vardır. Bir inanç temeline dayanmaz. Örneğin, Budizmin temel ilke ve pratiği olan yoga benzeri bir oğretimiz-pratiğimiz yoktur. Veya Hristiyanlık da, “ya bizdensin ya da potansiyel düşmansın” mantık ve anlayışına da kökten karşıdır. Mevlana Celaleddin Rumi’nin ve Yunus Emre’nin evrensel insan sevgisi ve kardeşlik anlayışı dokusunda vardır. Bununla birlikte, tasavvuf edebiyatı ve kültürünün ne sözcüsü ne de öncüsüdür. Peki nedir, derseniz; yukarıda altını çizmeye çalıştığım, en başta tüm insanlık ailesi, kardeşleri ve çoçukları ve torunları için yüzyıllardır-onyıllardır uygulanmakta olan tüm kötü düş, plan ve uygulamaları yakın ve uzak gelecekte din-dil-ırk ayrımı yapmaksızın tüm insanlık ailesiyle birlikte değiştirmeye yönelik düşlerin geliştirilmesi ve fikir tohumlarının gelecek onyıllar, yüzyıllar ve binyıllar sonrasına, her kuşak ve çağda yeşertmek kök salmak üzere bırakılmasıdır…
E. Arpacık: Kurumsal boyutta, imkanlar olsa ve bu yaşam süreci içinde gerçekleştirilmesini öngördüğün projeler neler?
B. Ünver: Tabii gücümüz-olanak ve koşullarımız elverdiği ölçüde de sadece “fikir tohumları” ekmek çerçevesinde de sınırlı kalmayıp, bunun kurumsal temellerinin de şimdiden atılmasıdır… Bu çerçevede, “Küresel Ev ve Okul Proje” (2001, 2014) projesi öngörülmekte olan temel vizyon/geleceği daha iyi tasarlama – yatırım yapma amaçlı uzun dönemli öngörü ve hedeflerden biridir.
Buna “Amerika’da Dostluk ve Barış için Türk Kütüphane ve Müzesi” (The Turkish Library and Museum for Friendship and Peace – www.turkishlibrary.us) vizyonunu da dahil edebiliriz.
“Amerika’da Dostluk ve Barış için Türk Kütüphane ve Müzesi” projesine gerek Amerika’da gerek Türkiye’de yatırım yapabilecek, kanımca onlarca kişi ve uluslararası ticari şirketler-holding‘ler vardır. Ancak bu proje, günlük siyasi ve politik hedeflere hizmet etmediği için, henüz bu anlamda potansiyel sponsorları da gün ışığına çıkamamıştır. Ancak bu çıkmayacağı anlamına gelmez. Su akar yolunu bulur. Önemli olan fikir ve vizyonda devamlılığı sağlamaktır. O zaman uygun zamanda filizlenir, yeşerir, kökleşir ve yüzyıllar sonrasında ve binyil sonrasında da, insanlık tarihine armağan edebileceğimiz bir kütüphanemiz ve müzemiz olacaktır…
Bu içerik ve vizyonda bir proje, sadece Türk milleti ve Türk-Amerikan toplulukları için değil, tüm dünya için acil bir ihtiyaçtır. Çünkü, herşeyden önce, kasıtlı ve onyıllar – yüzyılı aşan nefret duygularıyla tek yönlü – eğitim kurumları başta, medya, akademi ve bilimsel kurumlar dahil, yerel ve küresel siyasi mekanizmalar tarafından, “nefret” ve “çatışmaları sürdürme politikaları” en tepeden kullanılmaktadır.
Bu durum değiştirilmesi gereken ilk temel adımlardan biridir…
Her yıl yüzmilyonlarca hatta milyarlarca dolar, sadece “yalan”a ve “karanlık emellere” akıtılarak, küresel boyutta sistematik bir yalan ve beyin yıkama makinesiyle, toplumlar ve ülkeler arasında sürekli gerilim tırmandırılmaktadır.
Barış, kardeşlik ve sevgi tohumları yerine nefret ve düşmanlık tohumları yağdırılmaktadır. Dünyanın hangi köşesinde olursak olalım, adeta gün 24 saat yıl 365 gün sürekli ve binbir kanaldan bombardıman edilmekteyiz. Bu süreçte, ülkeler nezdinde nüfusun çoğunluğu değil ancak bir avuç kişi ve kurumlar yüzmilyonlarca-milyarlarca dolarlık kaynakları, bir de buna savunma sanayisi, savaş teknolojileri ve politikalarını da dahil edersek; yıllık bazda trilyonlarca dolarlık insanlığın ve doğanın öz kaynaklarının, sürekli bir tahribat ve heba edilişine de seyirci kalmaktan başkaca da elimizden birşey gelmiyor…
Türkiye’de Işık Binyılı ve Amerika’da da “The Light Millennium” bu gidişata “dur” demek istiyor ve mevcut gidişata bir tepkinin de adıdır… Tabii bugünün yönünü hızlıca değiştirmeye gücümüz yetmeyecek olsa dahi, önümüzdeki onyılları, yüzyılları ve binyılları insanlık ve gezegenimiz lehine, bugünden tasarlayarak, olumlu değişim ve gelişimine bir kanal açabilir ve kum tanesi boyutunda da olsa bir katkı sağlayabilmek ümidiyle yola çıktık… Ve ilk yirmi yıllık yolculuğumuzun bir kanıtı ve mihenk taşıdır da, “Bin Yıl Daha…” kitabı…
– . –
Birinci Bölümün sonu
Söyleşinin ikinci ve son bölümü için lütfen tıklayınız>
Elvan Arpacık, İstanbul Üniversitesi Felsefe Mezunu ve “Can Kenarı” (2013, Bilfen Yayıncılık) adlı öykü kitabının yazarıdır. İstanbul’da yaşamaktadır ve emeklidir.
Foto: Mehmet Ali Uçar
[…] “İÇİNDE YAŞADIĞIMIZ DÜNYA VE YAŞAMIMIZ BİZE AİT DEĞİL… Söyleşi: Elvan ARPACIK – 1. Bölüm […]