Bu kültür gezi yazısı ve fotoğraflarını, IşıkBinyılı.Org Derneği’nin 12. Kuruluş Yıldönümü’ne ithaf ediyoruz.
Bu kez Suriçi İstanbul’da geziyoruz. Tepeler söz konusu olduğunda İstanbul Roma geleneğini sürdürür: Roma gibi Yeditepeli olduğunu iddia eder.
Bu boş bir iddia değildir elbette; ama o tepelerin hangileri olduğunu sorgulamadan tepe sayısını 7 olarak kabul etmemizde de bir gariplik yok mudur sizce?
Hangileridir o tepeler?
Yazan: Dr. Murat Çakan
Fotoğraflar: Cenk Gökçe Adaş, Türkan Erdoğan, Özge İşler, Bircan Ünver, IşıkBinyılı.Org
Büyük ve Küçük Çamlıca mıdır? Yoksa Galata mı? Kayışdağı’na ne demeli? Sonra Tepebaşı’na ne demeli? Taksim de bir tepe değil midir? O kadar çok tepe vardır ki İstanbul’da ve saymaya başladık mı her kafadan bir ses çıkar. Bırakın 7’yi 77 tepe bile sayılır belki de. Peki nedir işin aslı?
Söz konusu olan aslen Suriçi İstanbul’daki tepelerdir ve bunların sayısı da gerçekten 7’dir. Bugün o tepelerden ikisinde dolaşacağız. Fatih ve Çarşamba tepelerinde.
Fethedilen bir şehre damganızı vurmak isteseniz eminim Kadırga’da bir selatin mabed yaptırmakla işe girişmezdiniz. Önce bir bakardınız diz çöktürdüğünüz imparatorlar nerelere kurmuşlar mabedlerini. II. Mehmet de tam böyle yapmıştır. 1453’ün baharında gözlerini Fatih semtindeki büyük Havariyun Kilisesi’ni (Ayii Apostoli) dikmiş olmalıdır. Zaman zaman sohbetler ettiği Patrik Gennadios’a buradaki Patriklik Kilisesi’nden taşınmasını eminim bir Rönesans Prensi centilmenliği içinde ve bir Kayzer edasıyla “rica etmiş” olmalı. Gennadios Hazretleri de yakınlardaki Pammakaristos Manastırı’na çekilmiştir bunun üzerine.
1463’te böylece başlar Fatih Külliyesi’nin inşası. Mimarı Atik Sinan’dır. “Atik” çevik, hızlı anlamında değil burada. Eski ve azatlı anlamları var “atik” kelimesinin. Azatlıysa demek ki hayatının önceki döneminde bir hristiyan köledir bu mimar. Bizanslı olma olasılığı çok yüksek bir köle. 7 sene sürer inşaat. Rivayet muhteliftir; önce elleri kesilir sonra da idam edilir. Mezarı kitabesinde şehit edildiği yazar. Bir ihtimal külliyeyi beğenmemiştir genç Fatih. İlkin elleri kesildiğine göre bir yolsuzluk hikayesi de neden olmuş olabilir bu kadere. Şu bir gerçektir ki Fatih Camii’nin kubbe genişliği Aya Sofya’nın gerisinde kalmıştır. Havariyun Kilisesi’nin altında içinde şehrin kurucusu Konstantinos’un mezarının da bulunduğu bir imparatorlar nekropolis’i olduğu rivayet edilir.
Külliye’nin kuzeyinde Karadeniz medreseleri, güneyinde ise Akdeniz medreseleri yer alır. Medreseler Külliye içindedir de ulema ve dervişlerin kaldıkları yatakhane kompleksini (tabhane) ise dışarıya çıkartır Fatih. Ulema kızar ama sesini çıkartamaz. Eğitim sultanın kontrolündedir artık ama ulemanın kendi başının çaresine bakmaya zorlar Fatih. Bu uygulamadan Fatih’in torunu Yavuz Selim döneminde çark edilir.
Camii’nin doğusunda iki önemli türbe bulunur: Fatih ve karısı Gülbahar Hatun’un türbeleri. Bu türbeler 1766 depreminde Camii tamamen yıkıldıktan sonra ampir üslubunda yeniden yapılmışlardır. Fatih türbesinde tek başına yatan iki Osmanlı hükümdarından biridir. Diğeri ise torunu Yavuz. 30 metre ötesinde ise karısı Gülbahar Hatun yatar. Kimilerine göre (Evliya Çelebi de bunlardan biridir) Fransız Kralı’nın kızıdır Gülbahar Hatun. Konstantin’e gelin olması amacıyla gönderilmiştir ama şehir düşünce Fatih’in karısı oluverir. Başka tarihçiler ise onun Sırp veya Arnavut kökenli olduğunu yazar.
Fatih Külliyesi 1766’da yıkılınca vakit geçirilmeden yenilenir.
Tabii bu yüzden orijinal camiinin nasıl olduğunu bize fısıldayacak bir iz de kalmaz.
Külliye’yi batı yönünde terk edersek kendimizi Halep çarşılarından birinde hissedebiliriz. Altın renkli metal panolar irili ufaklı yüzlerce tatlıcı, pideci dükkanının ismine geçit yaptırır bugün. Türkçe konuşulmuyor artık bu sokaklarda. Cümbüşlü bir gelgit var. Felafel ve içli köfte kokularına nefis kadayıf görüntüleri karışıyor Malta Çarşısı’nda.
Şimdi kuzey batı istikametinde ilerliyoruz. 5-10 dakikalık bir yürüyüşün sonunda büyük bir yapı çıkıyor karşımıza. Darüşşafaka Lisesi. Lisenin orijinal binasıdır bu yapı 1863’te Ohannes Kalfa tarafından yapılmıştır. Bina şimdilerde Fatih Sultan Mehmet Uluslararası Anadolu İmam Hatip Lisesi olmuş. Hem uluslararası, hem Anadolu’lu hem de İngilizce bilen imam ve hatipler yetiştiriyor… Ben naçizane güzel bahçelerle süslü bir parkın içerisinde Darüşşafaka’nın bu binada tedrisata devam etmesini arzu ederdim ama hayat böyle bir şey; pek az zaman bizim arzularımıza hizmet ediyor.
Bu binanın biraz ilerisinde Yavuz Selim Camii’nin yalın ama etkileyici görüntüsü bizi çağırıyor. Oraya varmadan hemen önce çocuk seslerini işitmemek mümkün değil. Koca bir çukurun içerisinde onlarca küçük basket ve minyatür futbol sahası, bir mescit ve çok sayıda bankın dışında prefabrik yapı görülüyor. Burası Bizans’ın Aspar Sarnıcı. Konstantinopolis su açısından hiçbir dönemde çok zengin olmadı. Bugün Melen’de bizim yaptığımız gibi Doğu Roma da suyunu yüzlerce kilometre öteden, Istranca Dağları’ndan getirdi ve Aspar gibi sarnıçlarda depoladı. Sarnıcın bugünkü hali bence çok iç açıcı değil. Bu benim şahsi görüşüm elbette. Karşı argümanlar geliştirilebilir. Denebilir ki bu alan bu mahallenin çocuk ve gençlerine spor yapma, kurslara katılma gibi imkanlar sunuyor. Haklı bulurum bu argümanı ama yine de alanın tasarım boyutunu sıkıntılı bulmama mani olmaz bu argüman. Hele Bizans duvarlarının üzerinde çirkin tuğlalar örülü duruyorsa hala.
Yavuz Selim Camii’ne dönelim biz. Camii bana nedense Haliç’e tevekkülle bakan bir derviş gibi gelir çok uzun süreden beri. Le Corbusier’nin desenlerini görmüştüm bu camiiyi resmettiği. Onlara baktığımda da gaipten bir müzik duyardım. Debussy müzikleri gibi bu Dünya’nın dışında olurdu bu tınılar.
İlkin bir teras bizi çekiyor avluya girdiğimizde. Camii’den evvel meraka kapılıp üzerinden sadece gökyüzünün göründüğü duvara yaklaşıyoruz. Yaklaştıkça gökyüzü açılıyor ve parça parça evler, sokaklar, mahalleler, mezarlıklar kaplamaya başlıyor manzarayı. Manzara artık tümüyle Haliç’tir. Atmosferin şeffaf katmanları gözümüz uzaklara kaçtıkça manzarayı mavi ve gri tonlara boyuyor. Kayışdağı mesela siste bir bulut gibi arz-ı endam ediyor çok uzaklardan. Haliç’te tekneler, vapurlar dolaşıyor. Korna sesleri yankılanıyor sahilden. Manzaraya doyunca Camii’ye ve avluya geri dönüyoruz. Büyük bir türbede Mısır’ın fatihi yatıyor. II. Mehmet gibi o da tek başına ve çok büyük bir kavukla. Avluda başka türbeler de var. II. Abdülmecid’in türbesi mesela. Fatih Külliyesi’nde yaptığımız gibi yine doğu yönünden terk ediyoruz Yavuz Selim Camii’ni. Bu sırada öğle namazı da eda edilmiş olmalı, etrafta tek tip giysiler giymiş her yaştan erkekler çoğalıyor. İsmailiye Tarikatı’nın kalesi olduğunu anımsıyoruz Çarşamba’nın.
Şimdi yolumuz artık Haliç’e doğru kâh tatlı kâh sert bir eğimle inmeye başlıyor. Betebe apartmanların arasından kırmızı bir yapı kütlesi bazen görünüyor bazen de kayboluyor. Hepimiz tanıyoruz aslında bu yapıyı: Rum Erkek Lisesi’ni. Ama oraya gitmeden evvel bir durağımız daha var. Lisenin hemen üzerinde Kanlı Meryem diye de anılan Moğolların Meryemi kilisesine girmek için yolumuzu biraz değiştiriyoruz. Kilise Lise’ye o kadar yakın ki yol üzerindeki bir caminin (Mesnevihane) avlusundan Lise’yi incelemek mümkün. Kırmızı tuğlaların üzerinde çok büyük harflerle yapının mimarının K. Dimatis olduğu yazıyor. Masonik semboller var yazının kenarında: bir pergel ve gönye. 1881’de yapılmış yapı. Dimatis belli ki locaya üye ve İtalya ve İspanya’da şatolar yaptığını okuyorum gezinin sonrasında.
Moğolların Meryemi Kilisesi yonca planlı ilginç bir yapı. Rengi de kırmızıya kaçan bir bordo. Belki bundan ötürü kilisenin halk arasındaki ismi Kanlı Kilise. Moğolların Meryemi de olağandışı bir isim. Buradaki Meryem Hz. İsa’ın annesi Hz. Meryem değil. 13. Yüzyılın başında Moğol istilası sırasında Bizans’ın İlhanlı Hakan’ı Hülagü Han’ı hoş tutmak için verdiği bir hediyedir Prenses Maria. O dönemin şartlarında çok uzun süren bir yolculuktan sonra Hülagü Han’ın sarayına vardığında onun öldüğünü, yerine ise Hülagü Han’ın oğlu Abaka Han’ın geçtiğini öğrenir. Yeni kocası artık Abaka Han’dır ama çok geçmeden Abaka Han da kardeşi Ahmet tarafından öldürülür. Çaresiz Meryem Konstantinopolis’e geri döner ve bu kiliseyi (Muhliotissa Kilisesi) inşa ettirir. Kilisenin bir özelliği de fetihten bu yana kesintisiz fonksiyon gösteren İstanbul’daki tek kilise olmasıdır.
Çok sert bir yokuştan aşağı inerken solda Rum Lisesi’in; nam-ı diğer Kırmızı Mektep’in kapısını görüyoruz. Şimdilerde 10 küsur öğrencisi ya var ya yok. Yokuşun alt bölgelerine ulaştıkça çevre kalabalıklaşıyor. Kahveler ve kitch dükkânların sayısı hızla artıyor. Yokuşun yukarı bölgesindeki bakkalda dar gelirli haneler için açık deterjan satılırken, yokuşun altında bir kahveyi 20 TL’ye içebiliyor insan. İstanbul burası. Diyecek bir şey yok.
16. ve 17. Yüzyıllarda yaşamış Eflak-Boğdan Voyvodası Dimitri Kantemir’in oturduğu ev şimdilerde büyük ve kalabalık bir kahve. Arap ve Rus turistlerden oluşan bir kalabalık selfie çekme peşinde bu evin avlusunda. Yokuşun düzlüğe ulaşıp bittiği yerde dar sokak küçük bir meydanda bitiyor. Önlerinde şık masaların durduğu rustik kahvelerin geçmişi bilemediniz 7-8 sene. Sundukları ürünler de öyle ahım şahım değiller. Ama yeni dünya düzeni Disneyland’larını oluşturmada mahir. Uygun yöntemlerle eskitilmiş ahşap kaplamalar, uygun renklere boyanmış duvarlar, klas kahve ve çay fincanları, enva çeşit kahve makinası bölge için Hollywood dekoru oluşturmada etkili. Çok değil 10 sene önce bir demlik çayın yanına katık edilen zeytin ekmeğin yendiği harap Rum evlerinin rutubetli odalarına yerleşmiş mutfaklar şimdilerde “dünya mutfağından” tatlıları sunuyor müşterilerine.
Bu kahvelerin birinde dinlendikten ve biraz da karnımızı doyurduktan sonra batı istikametinde Balat’a doğru ilerliyoruz. Bir ara, sağdaki bir dükkândan bir müzayedeye ait sesler duyuluyor. Müzayedeyi yöneten kişi elinde 4-5 45’lik plağı salonu dolduran alıcılara doğru sallıyor. Dediğine göre “Kondisyonu iyi” plaklar bunlar. Müzayede salonunu bir 100 metre geçince kalabalık bir çarşıya çıkıyoruz.
Karşımızda Yanbol Sinagogu var. Yanbol bugün Bulgaristan sınırlarında bir şehir. Balkanlardan göçen Musevi cemaatler İstanbul’da kendi sinagoglarını oluşturmuşlar yüzyıllar içerisinde. Biz Yanbol Sinagogu’un kapısına bakarken arkamızda kalan bir balıkçı ileride bir de Ahrida Sinagogu olduğunu söylüyor. Ahrida da Makedonya’ın Ohri bölgesinden gelen Musevilerin sinagogu. Her iki sinagog da artık diğer semtlerden gelen Musevi erkekler tarafından açık tutuluyor. Bu işte biraz hülle yok değil. Çünkü Yahudi geleneği bir sinagogun açık kalması için sinagogun bulunduğu mahallede en az 11 erkeğin mevcut olmasını şart koşuyor. Buradaki sinagoglar açık kalsın diye sanırım her Cumartesi Balat’a 11-12 Musevi erkek geliyor anlaşılan. Taşıma suyla değirmenler dönüyor bir başka deyişle.
Çarşıda İstanbul’un gastronomi dünyasına önemli katkı sunan bir lokanta var: Fetih İşkembe Salonu. Küçücük bir lokanta. Sadece sakatat mönüleri mevcut. Tuzlama, damar, işkembe, kokoreçleri seviyorsanız Balat’a sırf bu nedenle bile gelinir.
Biz yolumuza devam edip Haliç kıyısına yöneliyoruz. Amacımız Sveti Stefan Bulgar Kilisesi’ni ziyaret etmek. Sveti Stefan ilginç bir kilise. Bir kere tamamen demirden imal edilmiş. Bulgar Kilisesi Rum Ortodoks Kilisesi’yle devamlı bir sorun yaşıyor 19. Yüzyılda. O dönemde Rumlara göre sayıları çok az olan Bulgarlar kabaran milliyetçi dalgayla Osmanlı İmparatoluğu’ndan imtiyazlar talep ediyor. Rum Ortodoks Patrikhanesi ise bu durumdan hoşnut değil. Çünkü Bulgar Eksharhiyasının bağımsız bir kilise olması Patrikhanenin çıkarına değil. Buna karşılık II. Abdülmecit daha fazla dayanamıyor ve Bulgarların bölgede kilise inşa etme talebine olumlu yanıt veriyor. Kilisenin çok kısa bir sürede yapılması kaydıyla. Bulgarlar da dönemin ilerici ruhuna uygun bir hareketle kiliseyi bir Avusturya firmasına demirden döktürüp, Tuna yoluyla İstanbul’a getirtiyorlar. Demir paneller çok kısa bir sürede perçinle birleştiriliyor ve kilise böylece inşa edilmiş oluveriyor.
Gezimiz artık sona ermek üzere. Geziye katılanlardan bazıları evlerine dönmek için izin istediler bile. Biz birkaç kişi Patrikhaneye doğru ilerliyoruz. Patrikhane Kilisesi’ni ziyaret için biraz geç kalmışız. Saat 16:00’da kapanıyormuş kilise ziyarete. Kapıda tanıştığımız Vassili Bey (Kürkçü) sağolsun bize Patrikhaneyi anlatıyor. 1827’de Mora İsyanı çıktığında II. Mahmut tarafında ihanetle suçlanan ve Patrikhane’in kapısında asılarak idam edilen patriğin anısına hürmetle Patrikhane’nin ana kapısı o tarihten bu yana kapalı. Vassili Bey’e göre kapı arkasında mermer bir duvarla da örülmüş. Bu mermer duvar konusu, İstanbul’un fethi sırasında çatışarak öldüğü ve şehit mertebesine ulaştığı düşünülen İmparator Konstantin Dragezes’i de içine alan bir mitosa dönüşmüş durumda. Rumlar arasında Konstantin Dragezes bu yüzden “mermer imparator” olarak anılıyor. Bu bir yeniden diriliş mitosu ve Rum dini kültüründe Konstantin’in bir gün atının üzerinde geri döneceği ve Yedikule’de bulunan Porta Aura’dan şehre muzaffer biçimde gireceğine inanılıyor. Osmanlı bu ihtimali göz ardı etmemiş olmalı ki bu kapı Osmanlı zamanında ördürülmüş.
Karnımız iyice acıkıyor. Onca mesafeye rağmen son bir çabayla soluğu Fetih İşkembe Salonu’nda alıyoruz ve bol sarımsaklı ve sirkeli birer damar çorba söylüyoruz kendimize. Cemal Süreya’nın tariflediği kahvaltı ve mutluluk ilişkisinin yanına sakatat kelimesini de ilave etmeli diye içimizden geçiriyoruz.
Dr. Murat Çakan, IşıkBinyılı.Org, 26.12.2021.
IşıkBinyılı.Org Derneği, 26 Aralık 2021 tarihinde, yeni dönem dernek organlarına katılan üyeleriyle ve yeni bir enerjiyle, Dr. Murat Çakan’ın rehberliğinde “yaşadığımız şehri” tanımaya doğru çok güzel yapmış olduğu kültürel bir başlangıca; 2022’ye beş kala, bu kez ikincisini Fatih-Fener gezisiyle gerçekleştirdik.
Covid-19 salgınının 2 yıla yakın bir süredir hayatımızı ipotek altına almış olan şu veya bu varyantı ve de dalgalarıyla, özellikle alışveriş merkezleri değil de ancak müze, tiyatro ve konserler için illa da aşı veya PCR testi zorunluluğu bir yana, diğer taraftan kapalı mekanlarda iyicene bulanmış olmanın da etkisiyle; içinde bulunduğumuz kıskacı bir nebze de olsa aşmaya çalıştık.
Bu kapsamda, gerek 14 Kasım gerekse 26 Aralık 2021 tarihlerindeki iki gezimiz, bize unuttuğumuz ve unutturulmuş olan değerlerimizi yeniden hatırlattı.
Hepsi dış mekanları içeren bir kültür gezisi olması ve havanın 26 Aralık da, yine güneşli ve çok güzel olmasıyla ve de sakin bir Pazar gününde, temiz bir havada 3-4 saat içinde yürüyerek gercekleştirmiş olduğumuz her iki gezide; hem bilgi, hem kültürel değer ve paylaşım hem sağlık hem de moral açışından en iyi ilaç ve tedavilerden çok daha iyi geldi her birimize…
Teşekkürler Dr. Murat Çakan.
Teşekkürler IşıkBinyılı.Org Üyeleri ve Dostları… – Bircan Ünver
Gezi rehberi ve yazan: Dr. Murat Çakan
Fotoğraflar: Cenk Gökçe Adaş, Türkan Erdoğan, Özge İşler, Bircan Ünver, IşıkBinyılı.Org
Işık Binyılı Mülti-Medya, Kültür, Sosyal Destek ve Geliştirme Derneği (Kısa adıyla: IşıkBinyılı.Org – Kuruluş: 11 Ocak 2010, İstanbul) Websitesi: www.isikbinyili.org | Eposta: iletisim @ isikbinyili.org