Varsa yoksa AŞI NE ZAMAN ÇIKACAK (?) pompalanması…
Neyse anlaşıldı ki 12-18 ay’dan önce Covid-19 aşısı, dünya ülkeleri baz’ında genel kullanıma açık bir hale gelemeyecek…
Bu aslında iyi birşey…
Çünkü, bu mikrobu/virüsü kapmış ve hafif ya da ağır atlatmış birine, zaten aşının da bir faydası olmayacaktır.
Bölüm 1
Yazı ve Fotoğraflar: Bircan ÜNVER
NEW YORK’TA Kİ ‘KUŞ GRİBİ’ ÖNCESİ İLE COVID-19 SALGINI ÜZERİNE ÇAĞRIŞIMLAR…
Grip, soğuk algınlığı çocukluğumdan beri, özellikle bademcik ve sinüzit rahatsızlıklarım nedeniyle, her yıl başımı ağrıtan hastalıklardan olmuştu… hele bademcik, yirmiyedi yaşına kadar, neredeyse bütün kış bademciklerim şişerdi…
23 yaşında, burnumdaki bir et-kis’inin ameliyatla alınması sonucu ve o dönemki kulak-burun-boğaz doktorumun da, bademcikler, solunum yollarını koruyan organlardır. Yirmiyedi yaşından sonra da rahatsızlıkların devam eder ise o zaman alırız, demişti… Ve burnumdaki nefes almamı zorlaştıran kis alındıktan sonra, bademciklerimde de bir iyileşme görülmüştü. Bunun sonucu bademciklerim de alınmaktan kurtulmuştu…
Yine de İstanbul’un nem’inden ve havasından mıdır nedir, sinüzüt ve soğuk algınlığı her yıl ağır geçerdi…
Bu Annem’de de bildim bileli hep böyleydi.. o nedenle bunun Annem’den gelen genetik birşey olabileceğini de geçmiş yıllar içinde düşünmüştüm…
Ancak, bu durum, Amerika’ya gidince değişmişti…
Hadi ilk yıl, Los Angeles, sıcaktı ve kış’ı da bahar gibiydi…
Ancak, New York’a taşındıktan sonra da İstanbul’daki gibi uzun yıllar ağır soğuk algınlığı veya grip geçirmemiştim… bu anlamda, Amerika’nın havası bana hem batı hem de doğu yakasında iyi gelmişti..
Sonraki yıllarda, özellikle de belki 50’li yaşlardan itibaren çoğunluk gibi her yıl, ben de hafif ya da ağır grip geçirdim…
Özellikle de aşının en başta doktorlar tarafından aşırı teşviği – gerek korku yöntemleriyle ve gerekse tüm sağlık kurumlarının önermesi ve online medya-televizyon reklamları – binbir kanaldan duyurular benzeri…, birey, toplum ve ülkeler nezdinde karşı karşıya bırakıldık…
Bu çok yönlü etkiler sonucu, New York’ta aile içinde de her yıl grip aşısı olmam için aşırı baskı yapılmaya başlandı…
Bu konuda ve süreçte, gerek sağlık kurumları, gerek aşırı reklam – tanıtım kampanyaları gerekse de aile içindeki teşvik ve baskılara karşı direndim ve hiç grip aşısı olmadım… Olmak istemedim. Çünkü biliyordum ki her yıl başka bir grip geliyor ve aşıların çoğu, bir yıl sonraki virüse karşı etkisiz oluyordu…
Şahsen bu durumu, bizim New York’taki çekirdek aile içinde de gözlemliyordum…
Ben aşı olmuyordum. Aşıya direniyordum…
Hatta evde her yıl, grip aşısı baskısı yüzünden, sistematik olarak benzer tartışmalar tekrarlanmaktaydı… Çünkü, bizim aile içinde ve benim dışımda, her yıl bir veya iki kişi grip aşısı oluyordu…
Ne tuhaftır ki, aşı olanlar benden daha sık grip oluyor ya da daha ağır geçiriyordu…
Ben de hani ‘ilaçlı da ilaçsız da bir hafta’ denen türden, ilaçsız, belki sadece bir asprin, bol limon ve zencefil çayı ile yine bir haftada kimi zaman hafif kimi zaman biraz daha ağır olarak geçiriyordum…
Sonuçta, son on yılda bizim aile içinde benim gözlemlerim her yıl düzenli aşı olan ile olmayan arasında, grip olan ve olmayan ve gribi ağır yada hafif geçiren arasında; neredeyse hiç aşı olmayan daha dirençli ve daha hafif geçirdi…
KUŞ GRİBİ ÖNCESİNDEN BİR ÇAĞRIŞIM…
2003-2010 yılları arasında Manhattan’ın merkezinde uluslararası bir araştırma şirketinde, serbest olarak (freelancer), proje baz’ında akla gelebilecek her alandaki kamuoyu araştırmaların ses ve vidyo kayıtlarında çalıştım.
Burada zaman zaman olası salgın hastalıkları (pandemic) üzerine ve özellikle konunun aşı boyutuna ilişkin araştırmalar da gerek Amerikan gerekse Avrupalı firmalar tarafindan yapıldl…
Bunlardan hiç unutamadığım ise ‘Kuş Gribi’ne (Bird Flue, 2005) kamuoyu araştırmasına ilişkin olandı..
Bu araştırmaların bir amacı da, ses ve/veya vidyo kayıtlarının yaptırılmasıydı…
Söz konusu araştırmada, ses kaydı yapmış olduğum için, baştan sona araştırmanın içeriğini de, işim gereği dinlemiştim. Bu süreç içinde, araştırmayı yapan küresel şirketlerin de, bu araştırmalardan ne’yi hedeflediklerini genel olarak kavramak ve anlamak da mümkün oluyordu…
Örneğin, henüz o dönemde kuş gribi (Avian influenza, tavuk vebası) henüz ortada yoktu… Yıl 2004 sonu veya 2005 başlarında idi…
Çalışmış olduğum bu araştırma konularından birisinin konu başlığı ise, “Salgın Hastalık ve Aşı” (Pandemic and Vaccine) idi.
Araştırma da, konu-tartışma içeriği çeşitli yaş ve sosyal kesitlerden seçilmiş deneklere proje veya ürün, vidyo, sozlü-sunum, görsel panolar vs. ile tanıtılır. Temel tespit edilmiş sorular ile almak istedikleri yanıtlardan başlıcası ise söz konusu salgın ortaya çıktığında, aşı olup–olmak istemeyeceklerini denekler üzerinden;
Neden aşı olmak isterler?
Neden istemezler?
Çekinceler neler…? benzeri sorularla sosyo-ekonomik demografiyi teşkil eden seçilmiş denekler üzerinden kamuoyunun nabzı ölçülüp, tespit edilen nabız doğrultusunda ise ihtiyaç ve ihtiyaca bağlı talep modeli işlenip, çözüm olarak ise aşı seçeneği sunulmuştu…
Neyse, sözü 15 yıl öncesinde kalmış bir kamuoyu araştırmasıyla nereye getirmek istiyorum!
Kuş gribi (2005) henüz ortada yok iken, sanırım 1 yıl kadar öncesinde idi ve söz konusu salgının (pandemic) bir kamuoyu araştırmasının, Compact Disk (CD) üzerine bir ses kaydında görev almıştım…
İşte o araştırmanın kaydı esnasında, duyduklarıma inanamıyordum…
Sorulan sorularda, aşının pazarlanması hedefinin ise üç ana kanaldan yapılmak istendiğini de ilk kez o zaman kavramıştım…
Birinci aşamada, tabii hasta olunsun olunmasın, insanlar korkutularak – yeteri kadar korkutulunca da, aşı olmak isteyip – istemediklerinin tespiti ve istemiyorlar veya çekinceleri var ise onları da çeşitli sosyo-ekonomik kesitlerden tespit edip, o çekinceleri giderecek yoğun bir tanıtım-pazarlama kampanyası ve bombardımanına tutarak, yüksek bir talep yaratmak hedefinin olduğunu o esnada sezmiştim…
İkincisi hedef olarak ise tabii bunun aynı zamanda, sağlık endüstrisine – hastane, klinik ve doktorlar ve sağlık ocakları benzeri her yerde bir gereklilik olarak teşvik edilebilir olmasını sağlamak, şeklinde algılamıştım…
Üçüncü husus ise, o zamana kadar hiç düşünemediğim – bilmediğim bir boyut idi…
Sorulardan biri, sözkonusu salgın dünya çapında yayılırsa, ülkeler/devletler düzeyinde bu aşının alınıp, bir sağlık politikası olarak pazarlanması hedefini içeriyordu…
Doğrusu yanıtları hiç hatırlamıyorum…
Ancak söz konusu araştırmadan bir süre sonra “kuş gribi” ortaya çıkmıştı…
Taa o zamandan beridir, “kuş gribi”nin acaba insan eliyle mi bir laboratuvarda üretilmiş olduğu sorusu, hep kafama takıla-gelir…
Belki tüm grip aşılarına ilişkin güvensizliğim ve reddedişimin temelinde de, “pandemic and vaccine” adlı araştırma veya içeriği bu tanımda olan ve aradan 6 ay gibi bir zaman geçmeden ortaya çıkmış olan “Kuş Gribi” arasında o zamanki kurmuş olduğum bu bağ, olabilir…
Şimdi, bu ne rastlantı denebilecek türden bir tanıklık…
Tam da o dönemi takiben yine İstanbul’a gelmiş olduğum bir zaman dilimi içindeyken, tek tük kuş gribine ilişkin haberlere rastlanıyordu. Yine o zaman da, “Covid-19” kadar olamasa da, inanılmaz bir salgın-hastalık paniği yaratmaya çalışan bir medya ordusuna da gerek Amerika’da gerekse Türkiye çapında tanıklık ediyorduk!
İşte o dönemde, kuş gribine ilişkin Türkiye’deki haberlerde kanımca en sarsıcı olay, dönemin Sağlık Bakanı tarafından ve televizyon kameraları eşliğinde sergilendi…
Hem de ev ev, köy köy kümes hayvanları ve tavukların, doğrudan Anadolu halkının – evlerinin bahçelerinde ki tavuğun yumurtasıyla, etiyle kendi kendine yeten insanlarımızın, kümes havyanlarının kümeslerinden TAHLİF edilmesiyle gerçekleştirildi…
Bunun sonucu olarak, ailelerin kendi kendilerine yetebilecek olan tavuk-yumurta ihtiyaçları, kümes hayvancılığın da bitirilmesine, “kuş gribi” bahanesiyle ülkece hep birlikte, bu büyük vahim hataya tanık olduk…
Akabinde ne oldu?
Türkiye’ye, yani dönemin Sağlık Bakanlığı kanalıyla 5 milyon grip aşısı alınmış olduğu haberlere yansıdı…
Yine Covid-19 kadar olamasa da, küresel düzeyde yaratılmış olan korku, Türk Hükümeti ve toplumu düzeyinde işe yaramıştı…
Bu grip aşısında, daha sonra “kısırlaştırıcı” etkiler bulundu.
Aşı, Türkiye dahil birçok dünya devletine milyonlarca adetlerde satılmıştı satılmasına…
Ancak salgın, salgın olarak o korkutulan tablo ve hedeflere ulaştırılamamıştı!
İşte o dönemden belleğimin raflarında kalmış izlerin de etkiyle, acaba, “kuş gribi”nde o zaman tutturulmamış olan hedeflerin, şimdi Covid-19 ile 2. perdesi mi dünya sahnesin de oynanmaktadır, diye sorgulamaktan kendimi alıkoyamıyorum!
Ancak, olan alınmış olan 5 milyon aşı ile Türkiye bütçesinden harcanmış ilişkin bütçeye oldu.
O aşıları okullarda ve sağlık kuruluşlarında mecburi bir dayatmayla özellikle de genç kızlarımıza, kız çocuklarımıza yapılmış/mecbur bırakılmış olması da zaman zaman Latin Amerika’dan Filipinler ve Afrika dahil gündeme getirildi..
O nedenle, kimse kusura bakmasın…
Covid-19 konusunda, dünya piyasalarına sürülecek hiçbir aşı’ya güvenmiyorum…
Zaten mikrop/virüs günlük veya haftalık veya aylık bir mutasyon geçiriyor… yani dönüşüyor… örneğin Çin’deki vakaların, Covid-19’un sarı ırkı hedef aldığı idddiaları çok kısa bir süre sonra tamamen fos çıktı…
Çin de ve Avrupa da tespit edilmiş olan ortak belirtilerle birlikte, ortak olmayan, ırk ve coğrafyaya göre ve hatta yaş grubuna göre değişen farklı belirtiler de zaman zaman gün ışığına çıkmaktadır…
O HİÇ BİTMEYEN VE BIKTIRAN SORU: “AŞI NE ZAMAN ÇIKACAK?”
Ve aşı konusunda da, 2005 öncesinde olduğu gibi yine inanılmaz ve topyekün 24 saat aralıksız yerel ve küresel bir medya kampanyası… demek çok cılız kalır, resmen durmaksızın ülkece ve dünyaca bir bombardıman altındayız…
Ve varsa yoksa “AŞI NE ZAMAN ÇIKACAK?” pompalanmasına maruz kalıyoruz!
Neyse anlaşıldı ki 12-18 ay’dan önce ülkeler baz’ında genel bir kullanıma açık hale de gelemeyecek…
Bu aslında iyi birşey…
Çünkü bu mikrobu/virüsü kapmış ve hafif ya da ağır atlatmış birine zaten aşının da, çıktığında bir faydası olmayacaktır.
Ve aşı bulunana kadar ve bulunduktan sonra da, Covid-19, belki en az 10 kez mutasyona uğrayacaktır. Bunun bilinmesine rağmen, yine küresel olarak ve tabii bedelini odeyebilecek herkese mecburi yapılacak – yaptırılacaktır. Ülkeler baz’ında ise milyonlarca ve milyarlarcası için sanki “her bedene uyar” cinsinden ve her ülkeye 1 yıl öncesinin “semptomları-bulguları” üzerinden; en az bir yıl sonra, mutasyona uğramış – değişmiş – güçlenmiş ve şekil değiştirmiş mikroptan/virüsten korunmak için AŞI’nin bulunmuş olmasının KİME ne yararı olacak ki?
Tabii bu aşıyı üretecek küresel ilaç firmalarından ve/veya onları finansal olarak destekleyenlerden başkaca?
Bizi, evlere tıkayıp, sadece evlerimizi değil aklımız-beynimiz ve günlük hayatımızı an be an işgal edilirken, en yüksek volttan sürekli öyle bir yükleme yapılıyor ki… O yüklemenin sonucunda sadece bir market alışverişi için dahi dışarı çıktığımızda, adeta pille kurulmuş kısa ömürlü oyuncak bir robota dönüştürülmüş halde ve öyle davranmaya başlamış olduğumu(zu) hissediyorum… İzliyorum… Farkediyorum…
Sonuçta, hep önerilen uzaklık uzaklık, mesafe mesafe, temassızlık temassızlık….
Bu da, sanki tüm temel insani varoluş ve kültürel değerlerden, en başta insan sevgisinin “korku“yla baskılanması–sınırlandırılması-denetlenmesini içeren küresel bir anlayışın, dayatmasıyla karşı karşıyayız…
İnsanlık bu temel varoluş unsurlarından neredeyse tümüyle arındırılarak, aniden ve tümden bir duygusal ve varoluşsal yoksunluğa itildi. Mecbur edildi. Seçimsiz bırakıldı.
Bu psikolojik korku ortamında da, koronoya karşı korunma da bir, “olmaz ise olmaz” yöntemi olarak da mesafe ve temassızlık ile “sevmek dokunmaktır”ın günlük yaşamdan küresel bir el tarafından aniden çıkartıldı. Bunun durumun da, tüm insanlığa yeni bir norm ve yaşama biçimi olarak dayatılmasından ise çok ama çok endişeli olanlar arasındayım…
Zira mevcut durum ve gidişat başka bir düşünceye de sürüklüyor…
Acaba diyorum, Küresel Güçler, robotları insanlaştıramadıkları için, insanları mı robotlaştırmaya karar verdi?
Ve bunun adı ve uygulama planı mıdır Covid-19?
Derken, daha iki üç gün önce Türkiye’deki bazı televizyon kanallarında bir alt yazı geçti iki gün ardı ardına aşıya ilişkin:
Microsof kurucularından Bill Gates: “Corona’ya karşı 7 milyar doz aşı üretmemiz gerekebilir,” demiş! (Bu açıklama ise başlı başına bir yazı konusudur.)
Demek ki ‘7 milyar doz aşı‘ için Bill Gates de yatırım yapmaktadır ve bu iş’in içindedir!
Genel durum böyle olunca, acaba çok sık gündeme gelen ve tartışılmakta olan Covid-19 salgını, Kuş Gribi öncesine ilişkin bir ön araştırmanın vermiş olduğu ipucu gibi, acaba laboratuvarlarda insan nüfusunu azaltmak veya geride kalabilen ya da genç nesil ile yeni gelmekte olacak nesli kontrol altına almak amaçlı, geliştirilip tüm insanlığa yutturularak dayatılacak bir aşı mı olacaktır?
Başka bir deyişle, insan ırkının DNA’sı mı değiştirilmek istenmektedir?
Ya da, özellikle genç nesillerin çocuk doğurma – ülkeler baz’ında nüfuslarını koruma ve devamlılıklarını sağlamalarının önüne mi geçilmek istenmektedir?
Veya gerçekten bazı iddialara göre COVID-19 ile dünya nüfusunun yarısının ortadan kaldırılması mı hedeflenmektedir?
Neyse ki, “bütün bunlar kesinlikle komplo teorileridir”, diyecek kadar da saf değilim! Çünkü, bunların tümü doğru olmasa bile “ateş olmayan yerde duman tütmez” denir… Adı ister öngörü, ister komplo teorisi olsun, bu içerikte ortaya atılan tezlerde de, bir gerçeklik pay’ı olduğunu düşünenlerdenim…
Çünkü…
Sanırım yıl 2011 idi…
Birleşmiş Milletler’de (BM) GALLUP’un Dünya Nüfus Dağılımı’na ve özellikle de “din”ler çerçevesinde bir araştırmasına ilişkin bir oturum vardı…
Söz konusu oturuma, özellikle de Amerika merkezli BM’ye üye Musevi kökenli Sivil Toplum Kuruluşları, büyük bir ilgi göstermişti. Katılımda BM’deki STK’lar nezdinde neredeyse çoğunluğu teşkil ediyorlardı…
O raporun sunumunda benim aklımda kalan tek net konu, yine Musevi STK temsilcilerinden birinin tepki içeren bir tondaki bir yorumu idi… Yorum, sunumu yapılmış olan raporda verilen dünyadaki nüfus çoğunluğunun dinlere göre tespit edilmiş olan toplam sayıları ve dünya üzerinde dağılımları üzerine idi…
Ve tam tamına olamasa da şu içerikte idi:
“Dünyada 1.6 milyar müslüman nüfus var. Toplam Yahudi nüfus ise 14.5 milyon. Yahudi nüfus ile bu kadar büyük oranlı müslüman nüfus ile nasıl başa çıkacağız?”
Bu soru da, o zamandan beri aklıma takılı kalmış olan konulardan biridir… Konu, Covid-19 ile dünya nüfusunun azaltılmasına ilişkin iddia ve teorilere uzanınca, acaba diyorum, Covid-19 ile sol gösterilip sağ’dan mı vurulmak istenmektedir?
Diğer bir söyleyişle, Çin’den başlatılıp, gerçekte ise dünya da Müslüman nüfusunun azaltılması hedeflenmiş olmasın?
Gelin korku’nun esiri olmayalım…
Bu dönemi, insanlık olarak sağlıcakla atlatmamıza bağlı olarak ve aşı’ya da teslim olmadan, tıpkı Friedrich Nietzsche’nin “Öldürmeyen şey güçlendirir” sözüyle ifade etmiş olduğu gibi, biz de–insanlık olarak— bu süreçten “güçlenerek” çıkmamız da mümkün olabilir…
Zaten, iki ayı aşkın süreyle günlük yaşamımız kısmi veya tamamen kısıtlandı…
Ve dünya da toplumlar da, en başta her bir birey kendi can derdini kaybetme korkusuyla baş başa bırakıldı – karşı karşıya kaldı… Yalnızlaştırıldı. birbirinden uzaklaştırıldı…
İşte bu noktada, bari bu nispi ve/veya tamamen küresel düzeyde günlük yaşamımızın merkezine oturtulmuş olan kısıtlamalar dizisi sürecinde, artık zaman COVID-19 korkusunu aşıp, kafamızın sınırlarını ve ufkumuzu da aşmak için, belki bir fırsata da dönüştürebiliriz!
Yoksa koronayı, dünya nezdinde üstü örtük-açık sürü salgını yapalım politikalarına teslim duruma getirilmişken, bunun sonucu tüm insanlığın topyekün sürüleştirilmesi durumuyla da karşı karşıya kalabiliriz!
Bu durumu anlayıp-kavradığımızda ise o noktada, bu dayatmaya karşı direnmek için ise artık çok geç kalmış olabiliriz!
Bu noktada baş’a dönecek olursak, Covid-19 ile can’ımız-hayatımız adına sürekli korkutulup bize dayatılan ve dayatılacak olan, başta aşı olmak üzere herşeye teslim ve de korkunun da kesinlikle esiri olmayalım…
Yoksa mevcut gidişat da, yeryüzünde İnsanoğlunu yok edecek gerçekte en büyük tehdit Covid-19 değil, insanoğlunun ta kendisi olacaktır!!!
_ . _
İstanbul, 27 Mart 2020
Bu yazı, 3 Mayıs 2020 tarihinde güncellenmiştir.
1. Bölüm’ün sonu – devam edecek…
İSTANBUL’DAN KORONALI GÜNLERDEN BİR KAÇ FOTO–İZLENİM…
– Yazı ve Fotoğraflar:Bircan ÜNVER
Sosyal Medya: @bircanunver@lightmillennium #lightmillennium
LinkedIn @The Light Millennium @turkishlibrarymuseum #TurkishLibraryMuseum
Twitter @lightmillennium @bircanunver
The US Turkish & Library Museum (TLM) web sitesi, The Light Millennium kuruluşu bünyesindedir (2001, New York). Bu sitede ki yayınlar, etkinlik ve bülten içerikli yayınlar hariç, yazılı izin alınmadan kopyalanamaz-çoğaltılamaz. Teşekkür ediyoruz. TLM.