IşıkBinyılı.Org Derneği, 25 Eylül 2021 tarihinde Kadıköy, İstanbul’da gerçekleştirmiş olduğu 3. Genel Kurulu sonucu, yeni dönem dernek organlarına katılan üyeleriyle ve yeni bir enerjiyle, Dr. Murat Çakan’ın rehberliğinde “yaşadığımız şehri” tanımaya doğru çok güzel kültürel bir başlangıç yaptı.
Dr. Çakan ile 14 Kasım 2021 Pazar günü gerçekleştirilmiş olan gezinin notlarını yine kendi kaleminden, bu geziye katılamayan, vakit bulup gidemeyecek veya başka şehir ve ülkelerde olup da, ilgilenecek olanlar için aşağıda ilginize sunuyoruz.
İstanbul gezmekle bitirilemeyecek bir şehir. Ama insan başlamazsa bir iş nasıl biter? O yüzden “içinde bulunduğumuz zenginliğin farkında olarak adım atmamızın sırasıdır” diyoruz ve Pandemi’nin hayatımıza koyduğu iki yıllık ipoteği bir nebze kaldırmaya kalkışıyoruz 21 Kasım 2021 günü.
Güneşli ve ılık bir Pazar günü Karaköy Vapur İskelesi’nin önünde buluşuluyor. Tam sayıyı hatırlamıyorum ama sanırım 16 veya 17 kişiyiz. Grubun çoğunluğunu Işıkbinyılı derneğinin üyeleri. Dernek Başkanlığını Bircan Ünver’in üstlendiği bu grubun tüm üyelerine geziye katıldıkları için teşekkür ediyorum. Tanışma faslı Haliç’in Perşembe Pazarı kıyısında yapılıyor. İlk fotoğrafımızı da orada çektiriyoruz. Sonra Suriçi İstanbul’u Haliç sahilinden seyrediyoruz bir süre, önemli yapılarını tek tek hatırlayarak.
Ama esas itibariyle geziye Unkapanı Köprüsü ayağındaki Sokullu Camii’den (Azapkapı Camii) başlıyoruz. Sinan’ın bu yapısı olağan dışı bir camii planı içeriyor: bir kere pek fazla örneği olmayan fevkani camilerden Sokullu Camii. Yani iki katlı. Bu, Osmanlı döneminde zaman zaman uygulanan bir plan. Ticaretin yoğun olduğu bölgelerde uygulanmış. Camii’nin altındaki dükkanlar da caminin akarını oluşturmuşlar. Bu tür camilere bir diğer örnek de Tahtakale’de bulunan ve yine Sinan’ın yaptığı çinileriyle ünlü Rüstempaşa Camii. Sokullu Camii’nin bir diğer özelliği de diğer tek minareli camilerde girişe göre muhakkak sağda kalan minarenin burada solda ve üstelik camiden ayrık olarak inşa edilmiş olması. Sinan Haliç kıyısının minare gibi narin bir mimari unsuru taşıyamayabilecek olduğunu düşünmüş olmalı. Camii’nin halk arasında bilinen ismi olan Azapkapı, bölgedeki azap askerlerinden geliyor. Dikkat ederseniz Osmanlı’nın payitahttaki tersaneleri bu bölgede yoğunlaşmış. Hatta Cumhuriyet de bu geleneği sürdürmüş. Kısaca, azap kelimesinin “ıstırap çeken” anlamı yok burada. Azaplar sadece bir denizci asker grubu.
Sokullu Camii’den Tersane Caddesi’ne çıkarken bu sefer yol kenarında bir mücevher gibi duran Saliha Sultan Çeşmesi’ni görüyoruz. Şehre ait güzel halk efsanelerinden biridir Saliha Sultan’ın hikayesi. Rivayet olunur ki Saliha Sultan bu bölgede yaşayan fakir bir ailenin kızıdır. Küçük Saliha su almaya gönderilir ama dönüşte su testisini düşürür ve kırar. O sırada oradan geçmekte olan bir saraylı hanım ağlayan küçük kızın haline acır ve onu sarayda himayesine alır. Bu kız büyüdüğünde I. Mahmut’un annesi olacaktır. Yaşadığı olayı unutmamış olmalı ki; testisini kırdığı noktada 18. Yüzyılın en güzel sokak çeşmelerinden birini yaptırır. Çeşmenin muhteşem güzellikteki cephesine bakmaya doyulmasa da diğer cepheleri kördür. Bu durum bize çeşmenin bir meydan çeşmesi yerine bir sokak çeşmesi olduğunu söyler.
Buradan ayrılıp Karaköy Meydanı’na doğru yürümeye devam ediyoruz. Yolun solunda bir ara sokağa girdiğimizde bizi tuğladan dev bir kule karşılıyor. Arap Camii’nin şimdi minare görevi gören kulesi bu kule. Arap Camii’nin kimler tarafından yapıldığı konusunda farklı rivayetler var. Kimine göre 8. Yüzyılda Konstantinopolis’i kuşatan Arap akıncıları tarafından inşa edilmiş cami. Kimine göre de (bunların arasında ben de varım) Camii’nin ilk mimarları Latinlerdir. Çünkü yapının tonoz gibi karakteristik özellikleri ve iç düzeni buranın bir Katolik mabedi olduğunu bağırır adeta. Arap Camii 1900’lerin başında onarılmış. Onarım sırasında ortaya çıkan mezar taşları Ayasofya Müzesi’nin bahçesine taşınmış. Bu taşlar arasında 1453 sonrasına tarihli bir taş olmaması yapının kentin alınmasından hemen sonra II. Mehmet tarafından camiye çevrildiğini söylüyor gezenlere.
Tekrar ana caddeye çıktığımızda yolun karşı tarafında bu sefer bir Osmanlı yapısı görüyoruz: Fatih Bedesteni. 9 kubbeli bu yapı Fatih Sultan Mehmet’in fetihten sonra Latinlerle geliştirdiği ticari ilişkilerin bir tanığı gibidir. Fatih sanki bu yapıyla “ben bu cihanın kayzeriyim ve birbirimize faydalı olduğumuz oranda sizin haklarınızı bundan sora ben koruyacağım” demektedir. Dahası Fatih bu yapıyla sadece fethettiği Suriçinin değil aynı zamanda surların karşısında yer alan bölgenin de adeta deplasmandaki hakimidir.
Fatih Bedesteni sırasından Karaköy’e doğru yürümeye devam ediyoruz ve Meydan’a yaklaşırken sağdaki sokakların birinde bu sefer kapalı bir demir kapının önünde duruyoruz. Burası Kanuni’in damadı Rüstempaşa’nın Sinan’a yaptırdığı Rüstempaşa Kervansarayı’dır. Sinan’la bir Hırvat devşirme olan Rüstempaşa pek de anlaşamazlarmış. Doğru veya yanlış, kimi magazin tarihçileri bu anlaşmazlığın kökeninde Sinan’ın Hürrem’in kızı ve Rüstempaşa’ın eşi olan Mihrimah Sultan’a aşkının rol oynadığını iddia ederler. Ben bunu mümkün görmüyorum. Söz konusu iki kişinin arasındaki yaş farkında ötürü…. Her ne hal ise, bölgeyi bir Pazar günü gezdiğimiz için Kervansaray’ın kapısı kapalı.
Kapının altında bulunan ve kediler için açılmış olan küçük kapağın sayesinde geziye katılanlar sevimli birkaç kedinin fotoğraflarını çekebiliyor. Bu arada Kanuni’nin çocukluk arkadaşı olarak görevlendirilen Rüstempaşa Osmanlı İmparatorluğunun çöküşüne neden olan tımarların para karşılığı satılmasının fikir babası olduğunu hatırlatmalıyım. Parayı devlet kasasına yatıran beyler savaşlarda Payitaht’a artık asker göndermeme hakkını elde ediyorlardı. İç sıkıcı konular. İnsanın aklına günümüzde satılan devlet işletmeleri gelmiyor değil.
Gezinin bu noktasında karnımız acıkıyor. Doğal olarak Haliç kenarındaki ızgara balıkçıların yaydıkları kokulara boyun eğiyoruz. Bir yarım saati hem kemiklerimizi hem de içimizi ısıtan güneşin altında karnımızı doyurarak ve sohbet ederek geçiriyoruz. Bu arada yakınımda bulunan birkaç kişiye Osmanlı Bankası binasının güney cephesine dikkatle bakmalarını salık veriyoruz. Bunun nedenini daha sonra açıklamaya çalışacağım.
Geziye kaldığımız yerden devam ettiğimizde kendimizi Karaköy Meydanı’nın çok yakınında buluveriyoruz. Yolun karşısında Tünel’in girişinde biraz duraklıyoruz ve 1860’ların sonunda Karaköy ile Galata arasında günde yaklaşık 40.000 kişinin inip çıktığını hesaplayan Eugene Henri Gavand’ın projesini konuşuyoruz. Tünel 1875’te açıldığında Dünya’nın Londro Metrosu’ndan sonra ikinci metrosu olma özelliğini taşıyordu. Demek ki bu hesapla Tünel’in 150. Yılını 2024’te kutlayacağız.
Tünel’den sonra Meydan’a çıkıp Bankalar Caddesi’nin girişine kadar yürümek yerine soldaki ilk sokağa: Perçemli Sokağa sapıyoruz. Bu sokak elektronikle ilgilenen herkesin çok iyi bildiği Selanik Pasajı’nın arkasında yer alıyor. Çıkmaz sokağın sonunda ise Zülfaris Sinagogu yer alıyor. 300 küsur yıllık olduğu söyleniyor ama ciddi onarımlardan geçmiş olmalı. Murat Belge’nin kitabında meşhur Kamondo Ailesi tarafından restore ettirildiği yazılı. Bir süre öncesine kadar 500. Yıl Müzesi olarak görev yapıyordu. Şimdi Musevi kültürüyle ilişkili kalıcı ve geçici sergilerin düzenlendiği bir mekân olmuş.
Oradan çıkıp Bankalar Caddesi’nin Karaköy Meydanı’na açılan ucundaki bir binanın önünde duraklıyoruz. 1911 tarihli bina şimdilerde Sabancı Üniversitesi’ne ait. İlk fonksiyonu Atina Bankası olan binanın girişinde bir Tanrıça Athena büstü yer alıyor. Athena’nın Atina şehrinin koruculuğunu nasıl kazandığını konuşuyoruz. Bu uğurda Poseidon’u alt etmiş bilge tanrıça.
Bankalar Caddesi’ne hafif bir eğimle tırmanırken Ulusal Mimarlık Akımı’nın örneklerini görüyoruz. Sonra Kamondo Merdivenleri’ne gelmeden bir 20 metre önce, bir tuzlu fıstık satıcısının tezgahının yanında, kaldırıma dizilip çaprazdaki binaya bakıyoruz. Ağır cephesi ile Osmanlı Bankası binası arz-ı endam ediyor karşı kaldırımda. Kısaca anlatıyorum binanın mimarını (Alexandre Vallaury) ve binanın yapım tarihçesini. Binanın bu taraftan görülen cephesi Haliç’ten bakıldığında görülen “Türk” unsurları barındırmıyor. Bu cephe olabildiğine Avrupa ve neoklasik.Vallaury şaşırtıcı bir mimar. Bir de ikinci Ermeni patırtısından bahsediyorum… Çatışmaları, bombaları, komitacıların Sultan’ın izniyle Fransız Vapuru’na binip İstanbul’dan Marsilya’ya kaçmalarını. Fıstıkçı anlatılanları dinlemiş olmalı ki, biz ayrılırken itiraz ediyor. Sözlerimden alınmış olmalı. “Osmanlı izin vermeseydi yapamazdı o yabancılar bu yapıları” diyor. Herkesin düşüncesi kıymetli elbette ama keşke her şey hamasetle halledilebilecek denli kolay olsa.
Dedim ya; o kadar yakınız ki, iki adım sonra kendimizi Kamondo Merdivenleri’nin önünde buluveriyoruz. Etraf cıvıl cıvıl. Güneş gözlüğü satıcıları, Rus ve Arap turistler, sokak çalgıcısı iki genç, fotoğraf çektiren sevgililer…. Yavaş yavaş tırmanıyoruz merdivenlerden. Ünlü banker Abraham Kamondo 1781’de Ortaköy’de doğmuş. Aileden yüklü bir mirası devralan Kamondo kısa sürede Osmanlı Sarayı’nın tefecisi haline gelmiş. Öyle ki kurduğu banka 1853’te Kırım Savaşı’na katılan Osmanlı ordusunu finanse etmiş. Doğu’nun Rotschild’i de denilen Abraham Kamondo 92 yaşında Paris’te öldüğünde, vasiyeti üzerine Hasköy’de yapılan türbeye defnedilmiş. Türbe bugün de 1. Çevre yolundan görülebiliyor. Kamondo ailesinin fertlerinin hemen tümü Paris’te yerleşmelerinin ardından Nazi toplama kamplarında yok edilmişler. Kamondoların meşhur Fransız Bankası Paribas’nın da kurucusu olduğunu buraya not edelim.
Merdivenleri bitirince sağdaki sokağa giriyoruz. Sokağın sonunda Kamondo’nun şimdi yerinde temellerinden başka bir şey kalmamış konağı ve konağının bahçesi var. Arsada bir inşaat faaliyeti var. Sanırım konağı yeniden inşa ediyor yüklenici firma. Akıl sır ermiyor bazen yapılanlara bu şehirde! Yakında Rus oligarklar pahalı şaraplar içerler turistik tesisin lüks salonlarında. Yapacak fazla bir şey yok. Düzen yeni dünya düzeni.
Bir üst sokağa geçtiğimizde bizi Schneider Tempel karşılıyor. Eskinazi Cemaati’nin kurduğu bir sinagog. Türkçesi Terziler Sinagogu.
Sonrasında üzerinde Malta Haçı (sahibi bir Cenevizli) ve bir havan tokmağı (sahibi bir eczacı) bulunan iki binayı seyredip Merdivenlerin üst tarafından bu sefer soldaki sokağa sapıyoruz. Sokağın neredeyse tamamı Avusturya Ticaret Lisesi tarafından kaplanmış. Açık bir camdan göz atıyoruz binanın içine. Bir odada birkaç öğretmen hummalı bir çalışmadalar. Belki de Noel için süslüyorlar şimdiden okullarını. Sokağın sonunda Ceneviz Podestat’ının, yani Ceneviz’in Osmanlı nezdindeki temsilcisinin konağı var. Çok eski bir yapı bu.
Podestat’ın biraz ilerisinde dar bir sokakta bu sefer St Pierre Han binasını görüyoruz. Karanlık bir sokak bu sokak. Ve binanın önü bir iskele ile kapatılmış. Bahçeşehir Üniversitesi almış binayı. Sen Piyer Han 1772’de Fransız Elçi Comte de St Priest tarafından şehre gelen Fransız tüccarlar ve elçilik çalışanları için yaptırılmış. Fransız’ların milli marşının (la Marseillaises) şairi André Chenier 1762’de bu binanın yerinde olan bir başka binada doğmuş. Chenier bir soylu olduğu halde Devrim’e destek çıkmış ama bu onun giyotine gönderilmesini engelleyememiş. Binanın duvarındaki Bourbonlara ait “Fleur de Lys” armasını iskeleden ötürü zoraki görebiliyoruz.
Gezimizi sona erdirmeden önce Okçu Musa İlkokulu’nun karşısında bulunan Dominikenlere ait Pietro e Paoli Kilisesi’nin avlusuna giriyoruz. Kilise binası Ayasofya’nın onarımı için Payitahta çağrılmış olan Fossati Kardeşler tarafından ciddi şekilde –neredeyse yeniden yapılacak şekilde– restore edilmiş.
Galata Meydanı’na tırmanırken değişen ve mutenalaştırılan bölgedeki dükkanlar dikkatimizi çekiyor. Sokaklar cıvıl cıvıl… İstanbul’un işgali sırasında İşgal Kuvvetleri Komutanlığı olarak kullanılan bir eski binanın önünden geçiyoruz. Birkaç adım atınca da sağda İngiliz Hastanesi beliriyor. Şimdilerde Kuledibi Göz Hastanesi olarak hizmet ediyor bina.
Nihayetinde kendimizi Galata Kulesi’nin dibinde buluyoruz. Yorucu ama zevkli bir günü neredeyse sona erdirmek üzereyiz. 1348’den bu yana İstanbul’a tepeden bakan bu kule şehrin bir mihenk taşı adeta. Görünmediği köşe yok İstanbul’da. Hakkındaki hikayeler o denli çok ki. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın kötü talihli oğlundan Hezar-ı fen Ahmet Çelebi’ye kadar onlarca karakter arz-ı endam ediyor hayallerimizde. Köşede bir çeşme (Bereketzade Çeşmesi) çiçek ve meyvelerle süslü cephesiyle bizi derin duygulardan çekip hayatın neşesine davet ediyor. Hemen yanında bir levha Jean Jacques Rousseau’nun babası Isaac Rousseau’nun bir aralar bu bölgede saatçilik yaptığını söylüyor.
Yorgunluğumuzu Doğan Apartmanının karşısındaki bir kahvede oturarak ve sohbet ederek atıyoruz. Sanırım herkes İstanbul’da yaşamanın bir şans olduğunu düşünüyor.
Murat Çakan – 21.11.2021
Fotoğraflar: Fatma Akım ve Bircan Ünver #isikbinyili
www.turkishlibrary.us | www.isikbinyili.org