Giriş Notu: Prof. Dr. Sevinç Özer’ın aşağıdaki bildirisi İngilizce olarak, “Binyılın Kalkınma Hedefleri: Atatürk” (Pioneer of the Millennium Development Goals: Atatürk” adlı 19-20 Nisan 2013 tarihlerindeki iki günlük uluslararasi bir konferansta “Stevens Institute of Technology” de (Stevens.Edu) Hoboken, New Jersey’da 20 sunulmuştur.
Sunumun İngilizcesi: PEACE VS. PACT: MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’S CONCEPT OF PEACE
ANTLAŞMALAR DEĞİL, BARIŞ: MUSTAFA KEMAL ATATÜRK ÖĞRETİSİNDE BARIŞ KAVRAMI
Prof. Dr. Sevinç Özer
Bu çalışmayı yaparken Atatürk öğretisinin yalnızca bir yönüne, onun barış ve barışı koruma konusunda ürettiği politikalara yoğunlaşarak bakma fırsatını bulduğum için mutluluk duyuyorum. Atatürk’ün benimsediği “Yurtta barış, dünyada barış” düşüncesinin tarihsel ve felsefi bir bağlamda söylem çözümlemesini yaparken ve onun görkemli retoriğini yansıtan metinleri (öncelikle Nutuk/Söylev ve onun sonunda yer alan Gençliğe Hitabe) yeniden okurken, onun barış politikaları konusundaki vizyonuna yeni bir farkındalıkla bakmak istedim. Büyük Nutuk ve Gençliğe Hitabe metinlerini dikkatle tekrar okurken ulaştığım en önemli bulgu, bu metinlerde yansıtılan eylemciliğin, sistemin monarşiden demokrasiye dönüştüğü devrimci süreç içinde yalnızca bir siyasal lider eylemciliğinin çok üzerinde bir özellik taşımasıydı.
Atatürk, bireyin yaşam, özgürlük ve mülkiyet haklarını koruma temelleri üzerinde yükselen yeni ulus-devlette, onun temsili demokratik yönetimini biçimlendiren liberal felsefesinde devrim denilebilecek bazı değişiklikler yapıyordu. Liberal devlet politikalarının tam merkezine barış fikrini yerleştirerek “sürekli” bir barış stratejisi oluşturmaya çalışmıştı. Bunun nedeni liberal devletin temsili demokratik yönetiminin, savaşı mutlaka liberal nedenlerle başlatacağını düşünmesiydi. Ancak savaşın liberal nedenlerle çıkmasını garantileyen liberal demokrasi, devletin devamını garantileyemiyordu. Aksine devleti, vatandaşlarını memnun edecek, yönetime oy verenlerin mülkiyetlerini arttıracak bir biçimde zenginlik peşinde, macera dolu arayışlara itiyor, yabancı güçleri de bu devlete karşı anlaşmalar yapmaya yönlendiriyordu.
Barış politikası Mustafa Kemal için çok büyük bir önem taşıyordu; çünkü bizzat cumhuriyetçi temsili demokratik yönetimlerin içinde bile güç politikaları, bir grubun diğer grubun haklarına ve çıkarlarına ülke içinde ve (bir devletin diğer devletin haklarına ve çıkarlarına) ülke dışında zarar vereceği bir biçim alabilirdi. Eğer temsili yönetimin seçimi halk arasında nefret ve düşmanlık yaratıyorsa yıkıcı politikalar üretilebilirdi.
Atatürk ulus-devletin devamını sağlayacak liberal felsefe ve politikaları devrimci bir biçimde nasıl değiştirebilmişti?
(Yukarıda andığım metinleri tekrar okuyarak Kemalist söylemden vardığım çıkarsamaları yeri geldikçe çözümlememde kullanacağım.) Aşağıdaki maddeler Mustafa Kemal Atatürk’ün barış söylemini çözümlerken ulaştığım konulardır:
BİRİNCİSİ, Mustafa Kemal Atatürk savaşı, ülkenin korunmasında yapılacak en yüce fedakârlık olarak görür ve bu korumayı sınırların değil, fakat sınırlar içinde kalan insanların korunması olarak algılar. Gelibolu savaşında askerlerine, “Size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum!” demiş ve 250.000 asker ve subay bu emre uyarak savaşı kazanmışlardır. Bu emrin gerisinde, onun, emperyalist istilaları önlemeye ve insanın insana kulluğunu kırmaya yönelik savaşların, insanın kanının son damlasına kadar savaşılması gerektiği konusundaki güçlü inancı bulunuyordu.
İKİNCİSİ, Mustafa Kemal Atatürk “vatan” kavramını en liberal anlamda ortak bir “mülkiyet” duygusuna dönüştürür ve bu mülkün korunmasını ülkenin genç insanları için bir “kazanç” haline getirir. Gençliğe Hitabesinde “vatan” sözcüğü, hepimizin ortak “istek“ ve “ihtiyaçlar”ının en üst noktası haline getirilmiştir ve bu ihtiyacın karşılanması bizi bir ulus haline getirecek gerçek bir toplanma biçimi olacaktır. “Vatan” bir “hazine”dir ve bunda herkes pay sahibidir.
ÜÇÜNCÜSÜ, Mustafa Kemal Atatürk, geçmişte yaratılan mitlerin halkların kolektif bilinçaltında, büyük kültürel deneyimleri ortaya çıkaracak evrensel dürtüler olarak gizlenmiş beklediklerini bilmekteydi. Bu nedenle eserini programlarken Moğolistan’da bulunan eski Göktürk ve Orhon yazıtlarından güç almış, bu taş anıtların dört yüzünde yontulmuş Kağan anlatılarının üslubunu kullanmıştır. Kül Tekin, Bilge Kağan ve Tun Yukuk’un yaşam ve başarılarını nasıl Türk dilinin en eski belgelerinden öğreniyorsak, aynı şekilde Atatürk’ün Nutuk/Söylev’inden de Bağımsızlık Savaşımızın her aşamasında onun ne koşullarla karşılaştığını öğrenmekteyiz. Her iki tarafın da “iyi liderlik” niteliklerini yeniden mitleştirecek içten, babacan, birinci-tekil-şahıs anlatımı kullandığını da, daha ilk bakışta görmemiz kaçınılmaz.
DÖRDÜNCÜSÜ, Mustafa Kemal Atatürk, ulusların eşitliğine inanan büyük insancıl bir lider olduğundan, barış öğretisi; a) insanın özgürlüğü, b) devletin bağımsızlığı, c) ulusların eşitliği gibi aydınlanmanın düşünsel temelleri üzerinde yükselir. Amerikan Devrimi aydınlanmacı ilkeleri yaşama nasıl geçirdi ise, Türk Devrimi de, Atatürk’ün liderliğinde aynı başarıyı göstermiştir. Atatürk ulusların birleşmiş milletler toplumuna inanır; ancak Barış’ın antlaşmalar, ittifaklar, bloklar, birleşik cepheler ya da benzer türlü çeşitli anlaşmalarla sağlanamayacağını da görmüştür. Gerçek barışı yaratmanın yolu, ulusların karşılıklı birbirlerine güven duyarak birbirleri ile yardımlaşmalarından geçmektedir.
1934 yılında Atatürk Anzak annelere şu mektubu yazmıştı:
Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar!…Burada, dost bir vatanın toprağındasınız.
Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz.
Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız.
Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar!
Gözyaşlarınızı dindiriniz.
Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde
rahat uyuyacaklardır.
Bu topraklarda canlarını verdikten sonra, onlar artık bizim
evlatlarımız olmuşlardır.
Aydınlanmacı düşünür Emanuel Kant, 1795 tarihinde yazdığı “Sürekli Barışı Gerçekleştirmek İçin Felsefi Bir Taslak” başlıklı makalesinde sürekli bir barış programı tasarlayarak şunları yazmaktadır: “Savaş sırasında hiçbir devlet, onu izleyecek barışı düşünerek düşmana karşı karşılıklı güveni sarsacak düşmanca hareketlere; örneğin kiralık katillerin, esirlerin çalıştırılması, ateşkes ihlali ve ihanete kışkırtma gibi eylemlere izin vermeyecektir.”[1] Mustafa Kemal bu mektubu yazarken, emperyalist güçlerin saldırganlığını ve suçluluğunu unutturacak bir biçimde, onların kendi saldırgan emellerinin kurbanı olan askerleri kucaklamakta ve Kant’ın sürekli barış programını yaşama geçirmektedir.
SON OLARAK, Mustafa Kemal Atatürk Amerikan aşkıncı düşünür Ralph Waldo Emerson tipi bir eylemciliği gelecekteki dünyanın bütünlüğünü korumak ve gözetmek yönünde savunmaktadır.
Bunun için a) dogmatik dinin reformize edilmesi için laiklik;
b) eğitimin herkes için ulaşılabilir bir biçimde yaygınlaştırılması ve
c) eşitliğe dayalı bir toplum yaratılabilmesi için kadına statü ve haklar tanınması gibi bir programı da gündeme almıştır. Bu reform programı cehalete, sömürüye, eşitsizliğe ve her çeşit baskıya karşı açılan bir cephedir.
Çalışmamın geri kalan bölümünde Atatürk’ün barış politikalarının ortaya çıkışı ile ilintili olarak, tarihsel bir bağlamda ilk üç maddeyi çözümlemeye çalışacağım ve bunu yapmak için de, onun barış politikalarından sapmamızın sonuçları ile, (elbette ki) nedenlerini yorumlayarak işe başlayacağım. Ayrıca “Gençliğe Hitabe” ile “Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi”ni aydınlanmacı siyaset felsefesi ışığında karşılaştırma cesaretini göstereceğim. Çalışmamın son bölümünde ise Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümü ve sonrasında Türk hükümetine gönderilen mesajlarda vurgulanan liderliği konusunda bir tanım getirmeye çalışacağım.
* * *
Kore Savaşı’nda Türk askerlerinin kahramanlık ve başarılarına tutulan alkış ve atılan çığlıklar arasında – Türkiye’nin savaş kayıplarını (717 şehit, 20.246 yaralı, 167 kayıp, 217 esir toplam yitirilmiş 3.349 asker yaşamını) kamufle eden bildik o propagandadan hiç etkilenmeksizin 1953’te yazdığı “Davet” başlıklı bir şiirde, Türk şiirinin en büyük ozanı Nazım Hikmet bütün öfkesini duygu yüklü bir biçimde dile getiriyordu:
DAVET
Dörtnala gelip uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim!Bilekler kan içinde, dişler kenetli
Ayaklar çıplak
Ve ipe bir halıya benzeyen toprak
Bu cehennem bu cennet bizim!Kapansın el kapıları bir daha açılmasın
Yok edin insanın insana kulluğunu
Bu davet bizim!Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine
Bu hasret bizim!
(Nazım Hikmet 1902-1963)
Ozan Türkiye’nin diğer ülkelerle bir olarak Birleşmiş Milletler ’in gözetiminde iki Kore arasındaki savaşa silahlı müdahalesini protesto etmekte ve Türkiye’de hükümet eden Demokrat Parti’nin Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış!” öğretisinden sapmış olduğunu ima etmektedir. Ozan Türkiye’nin artık başka ülkeleri ilgilendiren savaşlarda yer almasından infial duymaktadır.
Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği arasında giderek görünür bir hale gelen Soğuk Savaş tehdidinden çok, Batı’nın “zengin devlet”lerinden biri gibi olmaya öykünen Türkiye, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) çekim alanından daha fazla uzak kalamadı. NATO, siyasal bir güvenlik alanı, özellikle de Birleşik Devletler ile uyum içinde bulunulabilirse ekonomik refah vaat ediyordu. Bu nedenlerle Türkiye NATO üyesi olmaya çalıştı ise de, bu dileğini ancak 1952 yılı Şubat ayında (daha sonra sayısı 6000 rakamına ulaşacak) 4500 askerini Kore’de ölmeye ve o uzak ülkede gömülmeye gönderdikten sonra gerçekleştirebilecekti. Atatürk kuşkusuz bu isteğe karşı çıkardı. Nitekim Nazım Hikmet de karşı çıktı. Nazım Hikmet Kemalist öğretiden böyle kesin dönüşler yapılmasını onaylamıyordu çünkü ülke:
a) koşulsuz mutlak bağımsızlık;
b)Kemalist barış politikaları;
c) gerçekçi, pratik ölçülerde kendi kendine yeten, alçak gönüllü davranış ilkelerinden aynı anda birdenbire vazgeçmiş görünüyordu.
1950’li yıllarda, Demokrat Parti yönetiminde Türkler (en önemli simgesi Mustafa Kemal olan) Bağımsız Miti ile Gelişme ve Refah Mitini takas etmiş görünüyorlardı. Daha da önemlisi, askeri bir darbe ile 27 Mayıs 1960 yılında yıkılana dek, Demokrat Parti, ülke içindeki politikalarına yönelik eleştirileri göğüslemeye pek istekli görünmüyordu. 1953 yılında Kore Savaşı bitip barış imzalandıktan sonra ortaya çıkan Komünist Korku (Red scare) paranoyasından Türkiye de yeterince etkilenmiş görünüyordu. Nazım Hikmet’in kendisi de, bu Komünist Korkusunun kurbanlarından biri oldu; 1951’de vatandaşlıktan çıkarılmadan bir yıl önce ülkeden kaçtı (1950) ve 1963 yılında ölünceye kadar Rusya’da yaşamak zorunda kaldı. Böylece, bu olayları izleyen uzun yıllar boyunca Türkiye, kendi içinde bölünmüş ev/ülke manzarasının ta kendisi oldu: Darbeler, ekonomik krizler ve fundamentalist dini grupların kaotik yükselişleri birbirini izledi. Bütün bunlar, o gün olduğu gibi, bugün de, kendi egemenliğimiz, özgürlüğümüz ve demokrasimizle ilgisi olmayan haksız savaş ve antlaşmalarda yer almamızın birer bedeli olarak önümüze çıktı.
Bir kez daha hızla gözden geçirirsek, Nazım Hikmet’in şiirinin yaratıldığı anın, kültür tarihimizde, sosyalist şairin ideallerinin güçlü ve otantik bir biçimde kurucu atamızın yönlendirmeleri ve rehberliği ile birebir çakıştığı nadir anlardan bir olduğunu görürüz.
Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Yurtta barış, dünyada barış!” ilkesi, Nazım Hikmet’in şiirinin son üç mısraında mitleştirici bir simge olarak ortaya çıkmaktadır:
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine
Bu hasret bizim!
Bu mit, Türklerin tarihteki başlangıcını çağrıştıran, anlatıüstü (metanarration) bir simge ile zenginleştirilmiştir.
Dörtnala gelip uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim!
Türklerin at üstündeki nomadik geçmişlerine gönderme yapan bu betimleme, “orman içinde bir ağaç” ile, dünyada daha üst düzeyde huzurlu ve barış dolu bir yaşam arasındaki benzetmenin mitik mantığını kurar. “Ormandaki yalnız ve özgür bir ağaç” resmi mit üretici (mythogenic) bir resim olup evrensel bir mittir ve bu betimleme 1784’te Emanuel Kant’ın “Kozmopolit Bir Açıdan Evrensel Tarih Fikri”[2] adlı makalesinde de yer almıştır. Ancak Türk şair farklı olarak bu miti barış ve bağımsızlık talebine dönüştürmektedir. Böylece son çözümlemede, Nazım Hikmet’in şiiri, Türk Bağımsızlık Savaşı’nın Türklerin anılarında bulunan acıları tekrar yaşatmaya yönelik bir çağrı olur. Yani, şiirin geri kalan kısmı eşitlikçi bir dünyada Mustafa Kemal Atatürk’ün vizyonuna ve liderliğine bir övgü olarak okunabilir.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli
Ayaklar çıplak
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak
Bu cehennem bu cennet bizim!
Kapansın el kapıları bir daha açılmasın
Yok edin insanın insana kulluğunu
Bu davet bizim!
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine
Bu hasret bizim!
* * *
Tarih kitapları Mustafa Kemal’in 13 Kasım 1918 günü İstanbul’daki işgal kuvvetlerini görünce, yaveri Cevat Abbas’a (Gürer) dönerek yumuşak fakat kararlı bir sesle “Geldikleri gibi giderler” dediği o dramatik anı yazar. Bağımsızlık savaşımızın büyük muzaffer komutanı ve vizyon sahibi lideri olacak Mustafa Kemal o sırada yalnızca dağıtılmış ve kayıtsız koşulsuz teslim olmaya zorlanmış bir ordunun, hiçbir gelecek umudu olmayan bir subayı idi.
Ona bu sözleri söyleten neydi?
Kendisini kolayca meydan okuyan bir asi haline dönüştüren gençliğindeki güç mü; ya da en zorlu koşullarda harekete geçiren genetik bir kodlama mı? Yoksa genç adam, karakterindeki iyimser bir dürtü nedeniyle, yalnızca bir umut veya bir dileği mi dile getiriyordu? Bu soruların yanıtlarını, Moğolistan’daki büyük taş anıtlar üzerine kazınan ve yüzyılların tahribatına direnen yazıtlar vermektedir.
Biz bu öykünün gerisini ve Mustafa Kemal’in yaverine daha 1918 yılında söylediği sözün sonuçlarını bildiğimize göre, yapacağımız tek şey şu pratik soruyu sormak olacak:
Mustafa Kemal barışsever olmaktan çok savaşçı bir asker midir? Aslında, gerçekten de amansız bir savaşçıdır o.
Savaşçılığı Osmanlı İmparatorluğu’nun ne denli çöktüğünü açıkça görebilmesinden kaynaklanmaktadır. Hemen hemen bütün cephelerde; Avusturya, Rusya, Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan, Yugoslavya’da yapılan savaşlarda art arda bozguna uğrayan ve temellerinden sarsılan Osmanlı İmparatorluğu için artık ne yeniden örgütlenme ne de reform umudu kalmamıştı. Mustafa Kemal bir defasında:
“Aramızda Balkan Savaşları’ndaki utancı bir kez daha yaşamaktansa ölmeyi tercih etmeyecek tek bir asker bile yoktur[3] demişti.
Gerçekten de aynı utancı bir kez daha yaşamamak için Birinci Dünya Savaşı’nın en parlak ve en çok cana mal olan zaferlerinden birini 1915 yılında, Gelibolu (Çanakkale) Savaşı’nı kazandı. Ancak bu zafer yalnızca, müttefik güçlerin Mondros Mütarekesi’nin 30 Ekim 1918’de imzalanmasının hemen ertesinde, İstanbul’u işgal etmelerine yaradı. Alman-Osmanlı ittifakı savaşı kaybetmişti ve imparatorluğun ölümü de gerçekleşiyordu. Mondros’u 28 Haziran 1919’da Versay ve 10 Ağustos 1920’de Sevr Antlaşmaları izledi ve Osmanlı bölgeleri İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunanlılar arasında paylaşılırken Türklere de Orta Anadolu’da çok küçük bir parça toprak bırakılmıştı.
Müttefik olarak verilen savaşların kendi ülkesini korumak, kendi özgürlüğünü kazanmak için savaşmak demek olmadığını; aksine, başlıca amaçları zayıf ülkeleri fethedip sömürmek olan güçlü devletlerle yeni savaşlara, yeni serüvenlere atılmak olduğunu son ittifak deneyimimiz açıkça göstermişti. Mustafa Kemal ayrıca, ulus devletlerin ortaya çıktığı bu yeni dünyada savaş ve barış kararlarının millet egemenliğinin demokratik bir biçimde temsil edildiğini gösteren durumlar olduğunu da görmüştü. Bu nedenle Türk Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak üzere ulusun onayını (rıza) almak üzere 1919 yılında bir dizi kongreye katıldığı uzun bir yolculuk yaptı. Önce Samsun’a (19 Mayıs); Amasya’ya (13 Haziran); Sivas’a (27 Haziran); Erzurum’a (23 Temmuz) ve tekrar Sivas’a (4 Eylül) gitti. Ankara’ya (26 Aralık) geldiğinde artık İstanbul’daki hükümetle bağları koparmak (12 Eylül kararı) için ulus çapında bir uyum ve anlaşma olduğunu gösterebilir ve ilan edebilirdi. 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi ilk resmi toplantısını yaparak Mustafa Kemal’i başkan yaptı.
Mustafa Kemal özgürlük için ulusal direniş kararının yaşama geçirilmesinde demokrasi ruhunun yeni ittifakları yasallaştıracağını da görmüştü. Silah ve acil ihtiyaçların temin edilmesi için Bolşevik Rusya ile bu sayede yasal bir ittifak kurabilmiş, devrimci lider Lenin’in sempati ve ortaklığını Sovyet nüfuzu altına girmeden oldukça ince bir strateji ile sağlayabilmiştir.
Mustafa Kemal Türk Kurtuluş Savaşı’nın büyük savaşçısı, ulusal ordumuz Kuvvay-i Milliye’nin büyük komutanıdır; Yunanlılarla kazanılan savaşlar Sakarya (13 Eylül 1921); Kocatepe (26 Ağustos 1922); Dumlupınar (30 Ağustos 1922)İ İzmir (10 Eylül 1922) hep onun başarılarıdır ve 11 Ekim 1922’deki Mudanya Antlaşması bu zaferlerle imzalanmıştır.
6 Mart 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmanın bir yerinde şunları söylemiştir:
“Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur. Artık durumu düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan öğütler almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler belirdi. Halbuki, hangi bağımsızlık vardır ki yabancıların öğütleriyle, yabancıların tasarımlarıyla yükselebilsin?
Tarih böyle bir olayı kaydetmemiştir!”
Ne denli düş kırıklığına uğramış görünürse görünsün konuşmasını demokratik Cumhuriyet inancına duyduğu güveni ifade ederek bitirir:
“Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!”
Mustafa Kemal için savaş ahlaki bir zorunluluktur, çünkü bir savaş açıklanabilir nedenlerle çıkar ve kadın, erkek herkese, insanın köleleştirilmesine karşı, insanın insana kulluğunu yok etmeye karşı savaşmak sorumluluğunu yükler. Ulusa verdiği bütün mesajlarda Alman Aydınlanması düşünürü Emanuel Kant’ın formüle ettiği fikrin sınırları içinde kalan bir eylem planına işaret etmektedir. Kant: “Bir insanın eylemlerinin başka bir insanın iradesi altında biçimlenmesinden daha korkunç bir şey olamaz”[4] der. Kant bu sözüyle, kuşkusuz özgürlük ve eşitlik adına yapılan savaşlarla yüklü bir liberal mirası oldukça veciz bir biçimde dile getiriyordu.
Yine de özgürlük ve eşitlik alanını genişletmek için en anlamlı koşullar ne olabilir? Yani, tabii eğer “özgürlük ve eşitlik” güçlü bir devletin kendisinden daha az güçlü bir devlete savaş açmak için kullandığı kemikleşmiş bahaneler olarak öne sürülmüyorlarsa…
İlk gençlik yıllarından itibaren Mustafa Kemal güçlü devletlerin zayıf devletlere karşı emperyalist emellerle savaş açma eğiliminde olduklarını görmüştü. Gençliğe Hitabesinde liberal devlet anlayışının üzerinde yükseldiği iki kavramın içeriğini; vatandaşın “özgürlük ve eşitlik” haklarını, “yerine getirilmesi gerekli görevler” olarak değiştirmişti. Bunun nedeni Mustafa Kemal’in “özgürlük ve eşitliği bir görev olarak koruma” bilincinin, devletin vatandaşları arasında sorumluluğa dayalı, anlamlı ilişkiler ortaya çıkarabileceği ve onları potansiyel saldırgan politikalardan ya da diktatörlük eğilimlerinden içte ve dışta koruyacağı konusundaki gözlemleriydi. Son çözümlemede bu öğretinin, onun “yurtta barış, dünyada barış” konusunda koyduğu kuralın diyalektiğini yarattığını da söylemek gerekir. Bu yaklaşım, liberal devletin Aydınlanmacı felsefesinden keskin ve fakat çok özgün bir sapmadır; çünkü görev ve sorumluluk dağıtırken Atatürk vatandaşın özel mülkiyet haklarından hiç bahsetmemekte, tersine bütün bir ülkeyi “özel mülkiyet” alanı haline getirmektedir. Gençliğe Hitabesinde şunları söylemektedir:
“… İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahili ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklal ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklal ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler. Millet fakr ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk istiklal ve Cumhuriyetini kurtarmaktır…”
(Mustafa Kemal Atatürk
20 Ekim 1927)
Bazı kelimelerin kullanılışı, “örneğin “dâhili”; “hazine” (2 kez); “kaleler”; “aziz vatan”, “tersane”; “ordular”, “memleketin her köşesi”; “elim”; “vahim”; fakr ü zaruret”; ”harap”; “bitap” sözcüklerinin kullanılışı “yıkılmış bir ev – yani vatan” resmini çağrıştıracak bir biçimde sıralanmış olup, bu yıkıma neden olan hainlerin ev içinde düşmanla gizlice işbirliği yapan kişiler olduğuna işaret etmektedir. ”Ev”in bilinçaltımızdaki en önemli arkitiplerden biri olduğunu anımsarsak, “yıkılmış bir ev” resminin, onu koruma görevine sürekli bir çağrı yaptığını da görmüş oluruz. Bu retorik ise aynı zamanda (bilinçaltımızda tarihsel bir mit olarak zaten sakladığımız) taş anıtlarda kazılı bulunan Göktürk/Orhon yazıtlarına gönderme yaparak yeniden yaşama çıkarmakta, mitolojiyi canlandırmaktadır. Bu yazıtlarda, örneğin, Bilge Kağan, halkına şunları söylemektedir:
“Ölmek üzere olan bir halkı canlandırdım, çıplakları giydirdim, yoksulları zengin yaptım; sayıları azdı, çoğalttım. Krallığı olan, Kağan olan bir diğerini daha yükseğe oturttum. Dünyanın dört bir köşesindeki halklara barış içinde yaşamalarını öğretip, aralarındaki düşmanlıklara son verdim. Herkes bana boyun eğdi ve isteyerek hizmet etti.”[5]
Türklerin kolektif bilinçaltının derinliklerinde, kalbinin cömertliği, kahramanlık dolu işleri ile barış getiren Bilge Kağan antropomorfik bir insan-tanrı olarak durmakta ve onun örnek liderliği Türkler için vatanı ilgilendiren bütün görevlerde başarı sağlamak için tükenmez bir esin kaynağı olmaktadır; çünkü “bir vatan”, her şeyden önce “bir ev”dir.
Atatürk’ün barış söylemi, liberal kültürün maddeci ve ticari zihniyetini; yine bu kültürün “Gelişme” mitinin işlevini bunları mitik öyküsel bir akla (logos) dönüştürerek kırmayı amaçlamaktadır. Mustafa Kemal için manevi değerler, maddeci bir gelişme uğruna feda edilemezler; çünkü bu değerler bir kültürün örgütlenmesinde derinden hissedilen ve inanılan bir mitoloji yaratarak, insanın ontolojik gerçeğini çizecek, iz sürecek ve düşleyecek bir harita değerini taşıyan ögelerdir. Bir tehlike, bir kriz zamanında gerçek kurtarıcı güç, savaş kahramanlıklarına düzülen övgüler değil, bu mitolojidir.
Diğer taraftan, bir ulusun başka bir ulusa bağımlılığı bitebilir, ancak bağımsızlık, bir halkı mutlaka özgürleştiren bir şey değildir. Bir bilinç düzeyinden, başka bir bilinç düzeyine geçişin “gelişme” olabilmesi için Kant, “insanın hayvan tipi bir varoluşun mekanik ihtiyaçlarını aşması gerekir.” önerisini getirmektedir.[6] Bağımlılık ya da Boyun Eğme gerçek anlamda çoğu kez, yoksulluk ve zayıflığın ortadan kaldırılması için çalışmakla, yani yoksulların zenginlere bağımlılığının sona ermesi ile ortadan kaldırılabilir. Mülkiyeti tapınma derecesinde önemseme ya da ısrarlı bir refah arayışı uygar toplumun temellerine yöneltilmiş silahlar haline gelebilir.
“Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi” hem felsefesi hem de enerjisi ile saygı uyandırır; çünkü krallıklar ve imparatorluklar dönemine son veren bu belge “halkın hizmetindeki devlet”in kurumsallaşmasında Halk ve Devlet arasındaki Sivil Sözleşmeye (Civil Compact) özel bir vurgu yapmıştır. Ancak Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi zor durumda, yoksul ya da imtiyazsız kesimler için korumacı bir ruh ya da sempati duyguları yansıtma konusunda örnek bir metin değildir. İngiliz kralına yöneltilen suçlamalar bölümünde “halkın acıları” ayrılma için haklılık yaratırken, İngiltere tarafından vergilendirmeye muhalefet, İngiltere’nin siyasal egemenliğine muhalefet etmeyi onaylamanın önüne geçerek önceliği almaktadır. Bir başka deyişle “Bildirge” bir bütün olarak kamu yararına olmanın ötesine geçememektedir. Ancak içten içe cehalet ve aptallığa izin vermediği, gerçeği aradığı ve dogmatik düşünceyi dışladığı için “Bildirge”, modern demokrasinin mitleştirici bir belgesi olmayı hak etmektedir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinin, birçok ülke için kendi bağımsızlık savaşlarında esin kaynağı ve örnek olarak benimsenmesinin nedeni, onun eşitlikçi bir dünyanın yaratılabileceğine içtenlikle ve dürüstçe inanması; insani değerleri yılmaz bir biçimde savunması; zulüm ve baskının şaşmaz bir muhalifi olmasıdır. Onun bütün dünyadaki siyasal liderlerle aydınlar üzerindeki etkisini görebilmek için ölümü ya da ölümünden çok sonra Türk hükümetine gönderilen mesajlara bakmak yeterli olacaktır. Elimde bulunan ve dünyanın her yerinden gelen mesajlara hızla bir göz atmak, bu mesajların krallar, devlet başkanları, dışişleri bakanları, diplomatlar, elçiler, askeri ataşeler, generaller ile başlayıp … profesörler, gazeteciler, yazarlar, tarihçiler, çok sayıda gazete temsilcileri vs. ile süren, geniş bir yelpaze içinde gönderildiği hemen görülebilmektedir. Elimde 30 sayfaya dağılmış 197 mesajın Türkçeye çevrilmiş metinleri var. Bu mesajlardan seçtiklerim ya ölümü ya da ölümünden sonraki yakın bir zamanda (ziyaret, kutlama gibi durumlarda) gönderilmiş olanlardı. Bu mesajlardan her birisi, değişmez bir biçimde, ölümüne duyulan üzüntü ile onun liderliğinin farklı yönlerini vurgulayarak; savaşta komutan ve stratejist, barışta büyük bir diplomasi ile yöneten devlet adamı ve devrimci, ülkesini birçok reformlarla başarıya götürmüş biri olarak liderliğine duyulan hayranlığı ifade ediyordu. Ayrıca bu son kategorideki mesajlarda gelecekte Türklere bir çeşit uyarı niteliğinde olabilecek ifadelerde, ülkenin onun liderliğinde geçirdiği değişimin idealize edilmesi ve gıpta duyulması dile getiriliyordu.
Nereden bakılırsa bakılsın bu mesajlarda Mustafa Kemal, başarıları yerel ölçüleri aşıp evrensel standartlara ulaşmış bir dahi lider olarak görülüyordu.
Hindistan Başbakanı Pandit Nehru:
“Kemal Atatürk, gençlik günlerimde benim kahramanımdı. Biz o zamanlar kendi bağımsızlık hareketimizle uğraşıyorduk. Ben ve arkadaşlarım tutuklanmıştık. Kemal Paşa’nın Türkiye’yi yabancı egemenlik ve nüfuzundan kurtarmak için giriştiği çaba ve mücadeleyi hapishanede izliyorduk. Büyük zaferin haberini duyduğumuz zaman buna nasıl sevinip, nasıl kutladığımızı anlatamam.”
Le Nouvelliste Gazetesi yazarı Raymond Cartier:
“Devrin yüksek şahsiyetleri kitaplarda, konferanslarda Türkiye’nin asla değişmeyeceğini ve değişmeden öleceğini ilan etmişlerdi. Hâlbuki ölmeden değişti. Hem de kökünden ve baştan aşağı değişti. İnançlar, gelenekler, yöntemler yıkıldı. Son döküntülerini de yabancı zırhlıları ve kapitülasyonlar gibi memleketten sürüp attılar. Türkiye, ruhunu değiştirmişti. Tamamen ve tasavvur edilmesi mümkün olduğu kadar.
Bu nasıl oldu?
Sadece oradan bir insan geçti. Orta boylu, herkes gibi yürüyen, bakışları ve gözlerinin ışığı ayrıcalı bir insan. Onun ismi Mustafa Kemal’dir.”
Fransız Gazetesi Sanerwin:
“Atatürk öldü. Barış kubbesinin Doğu sütunu yıkıldı. Artık evrende barışı kimse garanti edemez. Nitekim Avrupalı devlet adamları onun 1930’da yaptığı uyarı ve tavsiyeleri dinlememiş ve dünyayı 1939 yılında ikinci büyük savaş felaketinin içine sürüklemişlerdir.”
Alman tarihçi Prof. Herbert Melzig:
“Mustafa Kemal, hırpalanmış, silahı elinden alınmış olan milletle el ele vererek tarihe yeni bir devir açmak için mücadeleye atıldı ve mücadelesinde, ruh kudretinin dünya yüzündeki bütün silahlardan üstün olduğunu ispat etti.
Mustafa Kemal’i yüksek kumandanların çoğuna üstün kılan nitelik, ölümü küçümsemek ve yiğitlik göstermek bakımından askerlerine en büyük örnek olmasıdır.”
Osmanlı ve Alman Generali Liman Von Sanders:
“Mustafa Kemal Bey sorumluluk yüklenmekten korkmayan doğuştan bir şef idi. … Onun azmine tam olarak güvenebilirim…”
Alman Lider Adolf Hitler:
“Onda büyük bir asker, dâhi bir devlet adamı ve tarihsel kişiliğe sahip bir kişi kaybedilmiştir…”
Afgan Kralı Emanullah Han (mezarı üzerinde ağlamıştır):
“… Eğer gelmeseydim, bu sonsuzluğa göçen büyük insanın önünde ağlamasaydım, bu sonsuz ayrılığa katlanamazdım…”
Batı Alman Cumhuriyeti Başkanı Ludwig Erhard:
“… Atatürk bir asker olarak, amansız ve hatta bazı anılarında ümitsiz gözüken bir mücadeleden muzaffer çıkmış ve sonra da devlet sorumluluğunu üzerine almıştır…”
ABD Başkanı John F. Kennedy (10 Kasım 1963):
“Türkiye’de giriştiği derin ve geniş inkılaplar kadar, bir kitlenin kendisine olan güvenini başarı ile gösteren bir başka örnek yoktur…”
ABD Başkanı Franklin Delano Roosevelt:
“… Benim üzüntüm iki yönlüdür: önce böyle büyük bir adamın kaybından dolayı bütün dünya gibi üzgünüm. İkinci üzüntüm ise, Mustafa Kemal Atatürk ile tanışmak hususundaki şiddetli arzumun gerçekleşmesine artık imkân kalmamış olmasıdır.“
ABD Gazetesi The New York Times:
“Lozan’ı o kazandı; son iki yüz yılda ihtiyar Asya’nın Avrupa’ya kazandırdığı ilk zafer. Dünya üzerinde istila orduları, Yunanlıların uğradığı büyük bozgun gibi bir yenilgiyle pek az karşılaşmışlardır..”
ABD Gazetesi Chicago Tribune:
“… Dünya sahnesinden tarihin en dikkatli, çekici adamlarından biri geçti…”
Kojuhof Bulgar Gazetesi:
“… Gladstone gibi şunları söylemekte haklıyız: Dünya bu derece müstesna olan bu adamın ölümünden sonra artık eskisi kadar enteresan değildir…”
Çinli yazar Ma Shao-Cheng:
“Mustafa Kemal yeni Türkiye’nin kalbidir…”
Chang Kai Shek:
“… Atatürk’ün hayatı ve eseri sadece Türkiye için değil, fakat dünyanın bütün özgür milletleri için bir ilham kaynağı olmakta devam edecektir…”
Fransa Başkanı Charles De Gaulle:
“… Büyük Atatürk’ün ölümünün 25. yıldönümü münasebetiyle Fransız milletinin Türk milletine karşı duymakta olduğu sadık dostluk hislerine tercüman olmak isterim…”
İngiltere Büyükelçisi Sir Percy Loraine:
“…Bazı kimseler Atatürk’ü diktatörler arasında saymıştır. Bence bu görüş yanlıştır ve yanlış yola götürür. Her ne kadar hiç kimse bu deyimi Hitler ve Mussollini’ye yakıştırmakta duraksamazsa da diktatörün ne demek olduğunu zamanımızda yetkiyle tanımlayabilen yoktur. Şu halde sorabilirsiniz: Atatürk’ü niçin bu nitelikten arı görüyorsunuz? Bunun birçok nedenleri var. Başlıcası şudur ki, Atatürk bilimle, kendisinin bulunmayacağı zamanlar için çalışıyordu…”
Dünyanın çeşitli ülkelerindeki liderlerin ağızlarından Atatürk için övgü sözcükleri büyük bir doğallıkla, dökülür, dökülür… Türkler için de Mustafa Kemal bir doğa harikası, bir mucizedir; eşsiz ve olağanüstü yeteneklerinin de üstünde politik bir lider olarak benzersiz bir örnektir.
* * *
Bu noktada Mustafa Kemal’in liderliğinin doğasını anlayabilmek için, Amerikalı film yönetmeni, Amerikan politikalarını ustalıkla mitleştirebilen yönetmen Steven Spielberg’in “liderlik” kavramı konusunda tarihsel bir bağlamda yaptığı büyüleyici bir çözümlemeye gönderme yapacağım. Amerikan tarihinde gerçek bir olaya dayanarak kurgulanan bu çözümleme gerçek liderlerle, liderlik niteliği taşımayanların çatışmasını dramatize etmektedir.
Steven Spielberg’in 1997’de çekilen filmi “Amistad” liderliği yönetici ya da komutanlık niteliklerinden çok, acı çeken insanların kurtarıcısı olarak ortaya koymaktadır. Film bir liderin karakterini Aristotle’ın “Ahlaklı Adam” (The Magnanimous Man)[7] tanımı ile aşağı yukarı aynı düzeyde sergilemekte ve böyle bir insanın “yaşamaya değer olmayan durumlar” dediği onur kaybı, cesaret kaybı ve “bütün erdemleri taçlandıran” iyilik kaybı karşısında ölmeyi tercih eden bir karakter sergileyeceğini göstermektedir. Bu açıdan bakılınca film Amerikan politik liderliğinin günümüzdeki açık bir eleştirisi olarak okunabilir. Oysaki Amerika’da lider tanımı, geçmişte, yerleşim yıllarında kendi kendini yetiştirmiş adamın “kanıtlanmış yetenekleri” üzerine kurulmuş olup, ondan yerel sorunları çözerken, yoksullarla da el sıkışması isteniyordu.[8]
Spielberg filmini önce bir köle kargo gemisine yerleştirerek, kölelerin, 1839’da gemide çıkardıkları bir isyan sonucu kısa bir süre için özgürleşmelerini kutladıkları, ancak kısa bir süre sonra yeniden yakalanarak New Haven’daki bir Connecticut hapishanesine kapatıldıklarını gösterir. Film daha ilk sahneden başlayarak kabile yaşamından gelen Afrikalı genç bir adamın liderleşmesini sergilemektedir: büyük bir çaba ve acılı bir stres altında prangaların kilidini açan ve diğer Afrikalıları özgürleştiren odur; teknoloji kullanma konusunda acınacak bir durumda olduklarından beyaz kaptanların yardımı olmaksızın gemiyi kımıldatamayacaklarını ilk sezen de odur; diğerleri düşüncesizce dans edip kurtuluşlarını kutlarken yıldızları izlemek ve yolu bulmak için gece nöbetleri koyan yine odur. Dahası, tekrar yakalandıklarında acı içinde de olsa bu yeni beyaz toplumu bir araştırmacının dikkatiyle gözleyen ve inceleyen de o olacaktır.
Afrikalı lider Cinque kriz zamanlarında ortaya çıkıp halkını kurtaracak kişidir ve atalarının toprağına gönderme yapmak için de, kendi ülkesinde bir aslanı öldürerek halkını kurtardığı anlatılmaktadır. Cinque hapishanede bile halkı için çalışır, dili öğrenmek için çabalar ve zayıf İngilizcesi ile kölelik karşıtı beyaz avukat Roger Sherman Baldwin’i ikna eder. Baldwin ise bir başka avukatı, eski başkan John Quincy Adams’ı siyahları savunmaya ikna edecek ve uzun mahkemelerden sonra Adams Afrikalıları kurtaracaktır. Bir başka deyişle, beyazların toplumunda, dili iyi kullanamadığı için kendini en az ifade etme olanağına sahip bir kara adam kendini gerçeğe en yakın bir biçimde ifade etmeyi başarabildiği için, kalburüstü bir hitabet yeteneği olan bir beyaz adamı kendilerine, Afrikalılara yardım etmeye razı eder.
Üç Amerikan Başkanı; Martin Von Buren (o zamanki), John Quincy Adams (önceki) ve John Calhoun (daha sonraki) arasında yalnızca John Quincy Adams’ın kurucu ataların soy çizgisini temsil ettiği görülmektedir. Bunun nedeni John Quincy Adams’ın Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ni yazanlardan John Adams’ın oğlu olması değil, fakat insanlık durumunu anlamak için büyük bir kapasiteye sahip olmasıdır. Martin Von Buren, köleci John Calhoun’un kölelerin Güney ekonomisi açısından ne kadar önemli oldukları konusundaki vaazı karşısında tereddüt eder, kolayca ona kapılır – daha da çok Calhoun’un baskısı altına girer. Hatta Güneyli Senatörün, eğer yönetim Amistad’daki Afrikalıları özgür bırakırsa Güneyin Kuzeye savaş açacağını söyleyerek, kendisini tehdit etmesine izin verir.
Son çözümlemede film yüce bir ruha sahip insanların liderliği ile adaleti hırslı, zayıf, açgözlü ve korkakların eline teslim edilmiş mahkemelerin ürettiği insan acılarını yan yana gösteren bir yorumdur.
Liderlik önemlidir, çünkü bir ülkenin mitleri – gelecek kuşaklara aktaracağı inanç formülasyonları – ile ilgilidir. Mitlerimiz ruhumuzu yaratır, o ruh da liderlerimizi yaratır ve yalnızca liderler ülkenin çözülemeyen kritik sorunlarını çözebilirler. Liderlik bir ülkenin ahlakı ile de ilgilidir. Bu noktada Spielberg’in filmi konuya çok özgün bir yaklaşım getirir: Liderlik dünyanın en gelişmiş ve en az gelişmiş ülkelerinde aynı ahlakı yaratır! Afrikalı kabile lideri ile, dünyanın en gelişmeci ülkesinin liderini yan yana getirerek ve her ikisini de aynı yıkıcı sorunla, insanın köleleştirilmesi sorunu ile, uğraşmak zorunda bırakırken birini kurban, diğerini de kurban eden durumunda inceleyen film, sonunda bir liderlik koduna ulaşır:
a) Gerçek bir lider kendine geleneğin içinde bir yer bularak değil, geleneğin zincirlerini kırarak sorunları çözebilir.
b) Liderler çok zor koşullarda inisiyatif alabilirler.
c) Gerçek liderlik zulme karşı çıkmakla olur.
d) Yenilgiler liderin başarma hırsını pekiştirir.
e) Liderler dünyanın her yerinde, bütün kültürlerde aynı karakter çizgilerini taşırlar: onlar eşitlikçi, insancıl ve vizyoner (tanrısal gerçeğe yakın) yaratılmışlardır.[9]
Yüksek Mahkeme sahnesinde filmin heyecanı doruk noktasına ulaşırken Cinque, John Quincy Adams’a basit fakat bilgece bir öğüt verir: Onun kabilesi “Başları derde girince dedelerinin ruhlarını yardıma çağırmaktadır!” ve John Quincy Adams da bunu yapmalıdır. Bu öğüt, eski başkana başarının yolu gibi görünmüş; eski başkan liderliğin aslında, enerji yaratacak bir zihniyet yaratmak, olduğunu görmüştür.
Spielberg’in filmi, hiç kuşkusuz, geçmişteki Amerikan köle karşıtı tartışmalarına bir belge bırakmak amacını taşımakta ve John Quincy Adams’ın kişiliğinde mitik bir liderlik yaratmak istemektedir. Benim açımdan en şaşırtıcı olanı ise John Quincy Adams’ın 24 Şubat 1820 tarihinde yazdığı gerçek bir mektupta bir iç savaşın çıkabileceği tehlikesi konusunda derin bir üzüntüyle yazarken, Mustafa Kemal’in Nutuk’ta kullandığı aynı sesi ve aynı birinci-tekil-şahıs anlatımını kullandığını görmektir:
“… Bu buluşmadan sonra, eve Calhoun’la birlikte yürürken bana, sözünü ettiğim ilkelerin adilane ve asil bir yanı olduğunu söyledi; ancak Güney’de, buralarda bu ilkelerden ne zaman bahsedilse, bu ilkelerin her zaman yalnızca beyazlar için geçerli olduğu bilinir, dedi. Ev işinde çalışmak siyahlarındı ve önyargılar da bu yöndeydi ve eğer kendisi, bölgenin en popüler insanı olarak evine beyaz bir hizmetçi alırsa hem karakteri hem de ünü onarılamaz bir biçimde zarar görecekti.
Kendisine hizmet ve emek konularının birbirine karıştığı bu fikirlerinin köleliğin kötü etkilerinden biri olduğunu söyledim; ancak o bu fikirlerin çok mükemmel sonuçları olduğunu söyledi. Bunlar her çeşit emek için de geçerli değildi – örneğin çiftçilikte böyle bir kural yoktu. Kendisi birçok kereler sabanı eline almış, babası da saban sürmüştü. İmalat ve mekanik çalışma beyazlar için aşağılayıcı değildi. Yalnızca vücutla yapılan işler – köleler için uygun işlerdi. Hiçbir beyaz bunları yapmak istemezdi. Bu isteksizliğin beyazlar arasındaki eşitliğin en büyük garantisi olduğu söylenebilirdi. Beyazlar arasında hiç değişmeyen bir düzey yaratıyordu. Bu düzey yalnızca eşitsizlikleri düzeltmekle kalmıyor, eşitsizliklerin varlığının bile kabul edilmemesini sağlıyordu ki bu sayede bir beyaz diğer bir beyaza da üstünlük taslayamıyordu.
Calhoun’a bu konulara aynı taraftan bakmamın mümkün olmadığını söyledim. Aslında söyledikleri, yani emeği kölelikle ve baskıyı da özgürlükle karıştırması sapıkça duygulardı.” [10]
* * *
Sonuç olarak, haklı savaşların liderlerinin yüzyıllar boyunca aynı dili konuştuklarını anlıyoruz. Eğer bu doğruysa liderlerin mirası bütünüyle unutturulabilir mi?[11] Ya da daha açık söylemek gerekirse, haksız savaşlar bir liderin mirası yalnızca o halkın belleğinden silinerek kazanılabilir mi? Türk deneyiminin bu soruya kesin bir “HAYIR” cevabını vermeyi dikte ettiği kanaatindeyim.
BIBLOGRAPHY
ADAMS, John Quincy. “Calhoun and the Missouri Compromise”, Eyewitness to America. ed.David Calbert. (New York: Pantheon Books, 1997), s. 120-122.
ATATÜRK, Gazi Mustafa Kemal. Söylev. Cilt I/II. İstanbul: Cumhuriyet Kitap Klübü, 2001.
AYDEMİR, Şevket Süreyya. Tek Adam: Mustafa Kemal (1881-1919). İstanbul: Yükselen Matbaası, 1963.
BILLINGTON, Ray Allen. “Frontiers” in A Comparative Approach to American History. Ed. C. Vann Woodward. (Washington: Forum Series, 1997), ss. 81-90.
ÇAVDAR, Kazim. Atatürk. (İzmir: Bilgehan Basımevi, 1987), s.13.
KANT, Immanuel. “Idea for a Universal History from a Cosmopolitan Point of Wiew”, (Third Thesis), http://yellowpress.edu/yuPbooks/excerpts/kant_perpetual.pdf. (visited April 12, 2013).
KANT, Immanuel. “Perpetual Peace”, http://files.libertyfund.org/files/357/0075_Bk.pdf. (visited, April 12, 2013).
KONGAR, Emre. Devrim Tarihi ve Toplumbilim Açısından Atatürk. (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1983), ss. 104-105.
KURTULUŞ, Baki. Tarihsel Olaylarla “Nutuk” (Söylev). Ankara: Kurtuluş Yayınları, 1988.
Orhon Yazıtları: Kül Tiğin, Bilge Kagan, Tunyukuk. Çev. Talat Tekin. (İstanbul: Yıldız, 2003), s.85.
RUSSELL, Bertrand. History of Western Philosophy. (London: George Allan and Unwin Ltd., 1971), s. 678.
TOPSES, Mehmet Devrim. Kurtuluş Savaşı Sosyolojisi. (Ankara: Anı Yayıncılık, 2009), ss. 76-122.
Tunyukuk Yazıtı. Çev. Talat Tekin. Ankara: Simurg, 1994.
Türk Dış Politikası, Cilt I
(1919-1923: Kurtuluş Yılları) ed. Baskın Oran. İstanbul: İletişim Yayınları.
2001, ss. 95-215.
[1] Emanuel Kant, “Perpetual Peace”, http://libertyfund.org/files/357/0075Bk.pdf. (12 Nisan 2013’te bakıldı.)
[2] Emanuel Kant. “Idea for a Universal History from a Cosmopolitan Point of View”. (Third Thesis), http://yellowpress.edu//.yupBooks//excerpts/kantperpetual.pdf. (12 Nisan 2013’te bakıldı)
[3] Kazım Çavdar. Atatürk. (İzmir: Bilgehan Basımevi, 1987), s. 13.
[4] Bertrand Russell’den alıntı. History of Western Philosophy. (London: George Allan and Unwin Ltd., 1971), s.678.
[5] Orhon Yazıtları: Kül Tigin, Bilge Kagan, Tanyukuk. Çev. Telat Tekin. (İstanbul:Yıldız 2003), s. 85.
[6] Emanuel Kant. “Idea for a Universal History from a Cosmopolitan Point of View”. (Third Thesis), http://yellowpress.edu//.yupBooks//excerpts/kantperpetual.pdf. (12 Nisan 2013’te bakıldı
[7] Bertrand Russell. History of Western Philosophy. ss. 187-188.
[8] Ray Allen Billington. “Frontiers” A Comparative Approach to American History. Ed. C. Vann Woodward., (Washington: Forum Series, 1997), ss. 81-90.
[9] Lider tanımı için bkz. Emre Kongar. Devrim Tarihi ve Toplumbilim açısından Atatürk. (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1983), ss. 104-105.
[10] John Quincy Adams, Calhoun and the Missouri Compromise, Eyewitness to America. Ed. David Calbert. (New York: Pantheon bokos, 1997), s. 121.
[11] Mehmet Devrim Topses Kurtuluş Savaşı Sosyolojisi adlı kitabında 18. Yüzyıl aydınlanması ile Türk Bağımsızlık Savaşı arasındaki diyalektikten bahsetmektedir. (Ankara: Anı Yayıncılık, 2009) ss. 76-122.
Sunumun İngilizcesi: PEACE VS. PACT: MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’S CONCEPT OF PEACE
“Pioneer of the Millennium Development Goals: Atatürk” A two-day International Conference – April 19-20, 2013.